Yaratılışın gayesi, marifet-i İlâhidir. Bu marifete ermede rehber, Yüce Yaratıcı’nın insanların içlerinden seçmiş olduğu peygamberlerdir. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsanlık tarihinin farklı zaman dilimlerinde, aklın ulaşamadığı noktalarda yol gösterici ve işaret belirleyici de işte bu peygamberlerin bulunduğu nübüvvet müessesesidir. Ve bu nübüvvet sarayının kubbesindeki son taş, tamamlayıcı ve sona erdiricisi ise Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.
Yeryüzünde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı bölgelerde, Allah Teâla tarafından elçiler görevlendirilmiş, kendilerine özel bir bilgi olan vahiy verilmiş ve peygamber olduklarının kanıtı olarak da değişik mu’cizelerle desteklenmişlerdir.
“Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yûnus 10/47), “Biz, her ümmete bir peygamber gönderdik.” (Nahl 16/36), “Senden önce de kendi milletlerine peygamberler göndermiştik.” (Rûm 30/47), “Daha önce gelenlere, nice peygamberler göndermiştik.” (Zuhruf 43/6) gibi âyetler de bu gerçeği işaret etmektedir.
Peygamberlerin en başta gelen temel görevleri; Uluhiyeti doğru anlatmak, gerçek kulluğun kime ve nasıl yapılacağını öğretmek, dinin temel kurallarını uygulamalı olarak göstermek, her konuda insanlara örnek olmak, dünyaya meyilli olan insanları, ebedi aleme yönlendirmek, dünya ve ahiret dengesini kurmak ve aşırılıklardan kurtarıp ideali göstermektir.
Peygamberlik, Allah Teâlâ’nın seçtiği şahıslara verdiği İlâhi bir lütûf ve bir rahmettir. İnsanlar, kendi istek ve çabalarıyla bu ünvânı elde edemez. “Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür.” (Hacc 22/75) ve “..Allah peygamberliği kime vereceğini pek iyi bilir..” (En’âm 6/124) âyetleri de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Peygamberler, dâvâlarından tâviz vermez, yaptıkları hizmetler karşılığında insanlardan hiçbir beklentileri olmaz ve söyledikleriyle uygulamaları arasında da hiçbir tutarsızlıkları bulunamaz. Bu yazımızda, işte bu peygamberlik halkasından Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şahsına, kısaca bakmaya çalışacağız.
Bir adı da Mustafa olan Allah Resûlü (s.a.s), insanların içlerinden seçilen bu seçkin şahsiyetlerin arasından süzülen ve böylece iki kez seçime tabi tutulan Yüce bir Şahsiyettir. O, varlığın gayesini öğretmiş, her sahada ideal insan olma portresini yaşantısıyla göstermiş, dünya-ahiret arasında olması gereken dengeyi yerine oturtmuş, insanların fıtratlarına su gibi, hava gibi muhtaç oldukları gerçek din duygusunu yerleştirmiş, beşer yaşamında uygulanması insanı mutluluğa götüren ideal kuralları belirtmiş ve insanların her zaman muhtaç oldukları güzel ahlak ilkelerini talim etmiştir.
Hayatına kuş bakışı bakıldığında, hemen ilk safhada onun, Yüce Yaratıcı’nın vahyi kontrolünde hareket ettiği, vazifesi karşılığında en küçük maddi bir beklenti içinde olmadığı, son derece samimi olduğu, insanları Allah’ın birliği ve varlığına çağırdığı, hedef ve gayesinin son derece açık olduğu görülür.
Yine yaşantısına bakıldığında, hemen göze çarpan şeylerin, söz ve davranışlarında son derece doğruluğu, emanet noktasında zirvede oluşu, üzerine aldığı kudsi görevi yerine getirmedeki titizliği, ortaya çıkan karmaşık meseleleri son derece rahat, kolay ve herkes tarafından benimsenen bir şekilde çözüme kavuşturması ve masumiyeti olduğu görülür.
Son ve evrensel olması ve Yüce yaratıcı nezdindeki konumundan dolayıdır ki, kendisinden önceki peygamberler ve onlara gelen Kudsi beyanlar ondan bahsetmiş, geleceğini haber vermiş ve zuhurunu müjdelemişlerdir. Bu müjde ve haberler o kadar açık ve detaylıdır ki, bu din mensuplarından bazıları, kendi evlatlarını tanıma rahatlığı ölçüsünde ona ait özellikleri öğrenmiş, onda görmüş ve ona inanmışlardır.
Her peygamber gibi vahye mazhar olmuş, peygamberliğinin delili olması açısından herkesi ilgilendirecek ve herkesin rahatlıkla anlayacağı derecede açık ve büyük mucizelere mazhar olmuştur. Kur’ân gibi ebedi ve her türlü tahriften uzak olan bir Kitap verilmiş, Ebâbil kuşları onun ve ümmetinin kıblesi olacak Ka’be’yi koruma altına almış, göğsü şerhedilmiş, beşerin idrak sınırını aşacak mahiyetteki İsra-Mi’rac gibi öteler ötesi kudsi bir yolcuğu, bütün bir insanlık adına yapmış, peygamberliğinin bir delili olarak ay ikiye yarılmış ve semanın kapıları şeytanlara kapatılarak insanların bu noktadan aldatılmalarının önü kesilmiştir.
Yaşadığı hayatın her safhası, seçilmişliğinin ve ulaşılmazlığının ayrı bir yönünü meydana getirmiş, şakalarında bile yalanın en küçüğü onun semtine uğramamış, dünyaya teşriflerinden vefat anına kadar başına gelen pek çok sıkıntı, eziyet ve musibet karşısında, olağan üstü bir sabır göstermiş, kendisine, yakınlarına ve dostlarına yapılan sayısız insanlık dışı davranışlar karşısında beşer üstü bir af ve müsamaha örneği sergilemiş, içine bütün insanları hatta hayvanları dahi alacak genişlikteki merhametiyle, etrafındaki dost-düşman herkesin dikkatini çekmiş, bir beşer olarak her şeye ulaşması ve elde etmesi mümkünken, son derece mütevazi ve sade bir hayat yaşamış, yaptığı işlerde en küçük bir beklenti içinde olmamış, sıkıştırıldığı ve tek başına kaldığı zamanlarda bile asla bir yılgınlık ve ümitsizlik emaresi göstermemiş, Allah’a kulluk noktasında herkesten daha ileri ve derin olmuş… hasılı iyi huy dediğimiz her davranışı en zirve noktada temsil etmiş ideal bir örnektir.
Cenab-ı Hakk bu şerefli elçisini, manevi günahlardan koruyup, lekesiz ve eksiksiz bir varlık olduğunu dilediği gibi, onu aynı zamanda insanlardan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı da korumuştur. Ölümle yüz yüze geldiği ve artık kaçışın mümkün olmadığı pek çok tehlikeli noktada onu muhafaza etmiş ve düşmanın baş vurduğu her türlü komployu bertaraf etmiştir.
Günümüz dünyasının muhtaç olduğu gerçek barış ve farklılıklarla beraber yaşama örneğini en açık bir şekilde yaşayarak göstermiş, aynı şehri, farklı din ve inanç sahipleriyle paylaşmıştır.
Evet O (s.a.s.), son peygamberdir. Nübüvveti, bir ülke ya da belirli bir zamanı değil, bütün zaman ve mekanları içine alan evrensel bir nübüvvettir. Hatta cinlerin de peygamberidir. Eşleri bizim annelerimizdir. Geçmiş-gelecek günahları af garantisindedir. Diğer peygamberlerden onun adına söz alınmış, Kevser verilmiş, Kur’ân’da adıyla kendisine hitap edilmemek suretiyle bizlere, ona karşı göstermemiz gereken saygının ölçüsü belirtilmiştir. İlâhî ve büyük bir lütuf olduğu minnetiyle hatırlatılmış, kendisine itaatın Allah’a itaat olduğu vurgulanmış, sadece bu dünyada değil, aynı zamanda âhirette de, insanlara ve peygamberlere şahitlik yapma gibi büyük bir makamla taçlandırılmıştır.
Erişilmez yüce şahsiyeti karşısında, sadece ona inananlar değil, başkaları da hayranlıklarını gizleyememiş, göğün yere bu değerli armağanı karşısında temenna durmuşlardır. Michael Hart gibi kimseler kaleme aldıkları “Yüz Ebedî Şahsiyet” adlı eserlerinde, onu birinci sıraya yerleştirmiş, Alman Büyük Devlet Adamı Bismarck ona olan hayranlığını: “Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!” sözleriyle dile getirmiş ve 1927’deki Uluslar Arası Hukuk Kongresi, ona olan medyuniyetlerini, sonuç beyannamelerine ekledikleri: “Beşeriyet, Hz. Muhammed’le iftihar eder. Çünkü O Zât, ümmî olmasıyla beraber, 13 asır evvel öyle bir hukuk sistemi getirmiştir ki, biz Avrupalılar 2 bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek mesud ve bahtiyar oluruz.” ifadeleriyle ortaya koymuşlardır.
Ümmetine düşen görev, ona inanma, iaat etme ve sevmenin yanında, birer kristal gibi değerli Kur’ân âyetlerinin, insan haline gelip ortaya çıktığı Allah Resûlündeki insani