KUR’ÂN’DA HZ. İSA’NIN (A.S.) DOĞUMU | Prof. Dr. Muhittin AKGÜL

Kur’ân’a göre peygamberler, her devirde Allah Teala tarafından gönderilmiş özel görevli kişilerdir. 25 peygamberin adı açıkça zikredilirken, bunların dışında adları geçen üç kişinin peygamber olup olmadığıyla ilgili olarak, İslam İlahiyatında farklı yaklaşımlar vardır. Peygamberler, nübüvvet kurumunun farklı zaman ve mekanlarındaki tecellileridir.

Kur’ân, Hz. Yusuf (a.s.) hariç diğer peygamberlerin hayatlarını tek seferde ve baştan sona anlatmaz. Farklı sûrelerde ve konunun kontekstine uygun bir şekilde onların hayatlarından sadece ilgili kesitleri ele alır. İki peygamberin ise özellikle doğum öncesi ve sonrası durumlarını detaylı bir şekilde verir ki, bunlardan birisi Hz. Musa (a.s.) diğeri de Hz. İsa (a.s.)’dır.

Kur’ân’da Hz. Musa’nın (a.s.) doğumu, Firavun’un İsrailoğullarının erkek çocuklarını doğar doğmaz öldürtmesi bağlamında zikredilir. Mısır’da zorbalık taslayan Firavun, İsrailoğullarının erkek evlatlarını doğar doğmaz imha etmek, kız evlatlarını ise istismar için hayatta bırakmak suretiyle zayıflatmak istiyordu. Allah Teala Hz. Musa’nın (a.s.) annesine doğum esnasında ne yapması gerektiğini ilham etti. Buna göre bir süre Hz. Musa’yı emzirmesini, herhangi bir şeyden endişe duyarsa sandukça içerisinde Nil Nehrine bırakmasını ve onun hakkında hiçbir endişe taşımamasını bildirdi. Derken Firavun onu nehirde bulup sarayına aldı. Bu durumdan çok korkan ve endişe duyan Hz. Musa’nın annesinin yüreği ağzına gelecek gibi oldu. Derken saraydaki günleri başladı ve annesi de süt anne olarak tutuldu. (Kasas 4-14)

Hz. Musa’nın (a.s.) doğumundan daha detaylı olarak ise Kur’ân Hz. İsa’nın (a.s.) doğumunu ele alır. Kur’ân, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) detaylı olarak hayatını, doğum esnasında yaşananları, annesinin hamilelikte karşılaştıkları bazı olağanüstü olayları ve dünyaya geldikten sonraki ilk dönemlerine ve çocukluk zamanlarına dair ayrıntıları vermezken, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)’ın doğum öncesi durumlarını, dünyaya geliş anlarını, annelerinin o esnada hissettikleri vb. durumları oldukça detaylı bir şekilde haber vermesi doğrusu oldukça ilginçtir.

Kur’ân’a göre peygamberler görev bakımından eşittirler ve aralarında herhangi bir ayırıma gitmek, kişiyi dinden çıkartır. İmanın altı esasından biri de bütün peygamberlere ayırt etmeksizin inanmaktır. Bu yazıda, Kur’ân’da genişçe üzerinde durulan Hz. İsa’nın (a.s.) doğum hadisesi kısaca ele alınacaktır.

Hz. İsa’nın (a.s.) doğumunun farklı merhaleleri değişik âyetlerde farklı açılardan ele alınır. Hatta Kur’ân’da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ne anne ve ne de eşlerinden herhangi birinin adıyla bir sûre bulunmaz ve adları da açıktan zikredilmezken, Hz. İsa’nın (a.s.) annesi Hz. Meryem ile ilgili müstakil bir Sûre’nin varlığı da ayrıca üzerinde düşünülmeğe değer bir konudur. Hatta İslam Kelamındaki iki ana ekolden biri olan Eşariliğe göre Hz. Meryem de bir peygamberdir.

Gerek Hz. Meryem gerekse Hz. İsa’yı dünyaya getirmesi konusu Kur’ân’da detaylı olarak ele alındığı gibi Hz. Peygamber de zaman zaman Hz. Meryem’in seçkinliğine ve Allah katındaki derecesine dikkatlerimizi çekmiştir. Mesela bunlardan birinde Hz. Meryem’i, Âsiye, Fâtıma ve Hatice ile birlikte cennet kadınlarının önde gelenlerinden olduğunu haber vermiştir.

Hz. İsa’nın (a.s.) doğumu, sadece Meryem Sûresi’nde değil, farklı sûrelerde de ele alınır. Mesela Tahrim Sûresi’nde Hz. Meryem’e atılan çirkin iftiraya bir cevap olarak onun iffet ve namusunu koruduğu, Cenab-ı Hakk’ın ona Ruhundan üflediği şeklinde hamile kalış durumu mecazi bir ifadeyle bildirilir. (Tahrim 12).

Âl-i İmran Sûresi’nde, meleklerin Hz. Meryem’e Allah tarafından bir kelime vereceği müjdelenir. Hatta adını da İsa olarak Cenab-ı Hakk koyar, lakabı ise Meryem oğlu Mesih’tir. Onun dünya ve ahirette itibarlı ve Allah’a en yakın kullardan olacağı müjdesi verilir. Hem beşikte hem de yetişkinliğinde insanlara hitap edip onlarla konuşacağı ve sâlih insanlardan olacağı bildirilir. Bu olağanüstü durum karşısında şaşkına dönen Hz. Meryem: “Ya Rabbi, bana hiçbir erkek eli değmediği halde nasıl olur da çocuğum olabilir?” diye sorunca, Allah Teala şöyle buyurur: “Öyle de olsa, Allah dilediğini yaratır. Zira O, bir şeyin var olmasına hüküm verince sadece “ol” der, o da derhal oluverir.” (Âl-i İmran 45-47).

Hz. Meryem’in doğum öncesi karşılaştıkları, melekle konuşması, doğum için bir su kenarına çekilmesi ve kucağındaki bebekle İsrailoğulları’nın karşısındaki zor durumunu ve sonrasındaki olayları ise detaylı olarak Meryem Sûresi’ndeki 16-36. âyetler tasvir eder.

Gerek Hz. İsa (a.s.) mahiyetiyle ilgili sonradan ortaya çıkan yanlış anlaşılmaların tashihi, gerekse Hristiyanlıkla İslam arasında âhir zamana yakın meydana gelecek yakınlaşmadan olacak ki, Kur’ân’da Cenab-ı Hakk elçisi olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.), Hz. Meryem ve başından geçenleri kendi toplumuna anlatması emrini verir. Böyle bir emir, normal bir tasvirden de oldukça öte bir anlam taşır. Meryem Sûresi’nin 16. âyeti: “An, yâd et, insanlara hatırlat” gibi anlamlara gelen “vezkur” emir kipiyle başlar. Anılacak kişi Hz. Meryem, dünyaya getireceği çocuk ise Hz. İsa’dır.

Hz. Meryem ailesinden ayrılıp bulunduğu beldenin -ki büyük ihtimalle Beyt-i Makdis’tir- doğu tarafında bir yere çekiliverir. Diğer insanlarla arasına bir perde gerer. Orada bir süre geçirdikten sonra, Ruh diye tesmiye edilen melek gelir ve ona kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde görünüverir. Tanımadığı bu kişiyi görünce doğal olarak Hz. Meryem korkar ve irkilir. Allah’a sığınır ve yanından uzaklaşmasını ister. Ruh: “Rabbinden sana gelen bir elçiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğa vesile olmaya geldim.” der. Hz. Meryem’in şaşkınlığı daha da artar. Kendisine eli dokunmuş bir tek erkek bile olmadığını ve kendisinin de iffetli bir hanım olduğunu belirterek, böyle bir şeyin nasıl olabileceğini sesli düşünür.

Melek bunun Cenab-ı Hakk için son derece kolay olduğunu ve böyle bir doğumun, Yüce Yaratıcı’nın insanlara kudretinin bir alameti olacağını hatırlatır. Bu konuşma üzerine Hz. Meryem hamile kalır. Kur’ân hamile kalma ile doğum ânı arasındaki süreç üzerinde pek durmaz.  Derken doğum sancısı başlar ve bir hurma ağacına dayanma ihtiyacı hisseder. Bir kadın için, hele de Hz. Meryem gibi bir iffet abidesi için oldukça zor bir durumdur. Böylesine kendisini zora sokacak bir işin başına gelmesinin ağırlığından ölüp unutulmayı bile düşündüğü zikredilir.

Hz. Meryem bu ruh haleti içinde iken tekrar melek gelir ve üzülmemesini tembihler. Cenab-ı Hakk’ın kendisine, bulunduğu yerin hemen alt tarafında bir su arkı meydana getirdiğini, yanındaki hurma ağacını sallayıp taze hurmaların dökülmesini ve onlardan yemesini belirtir. Aynı zamanda şayet kendisini herhangi bir kimse görürse, konuşmamasını ve sadece: “Ben Rahman’a oruç adamıştım, onun için bugün hiç kimseyle konuşmayacağım” demesini de hatırlatır.

Derken doğum sancıları baş gösterir. Mucizevi bir doğum olur ve kucağında babası olmayan bir çocukla, toplumun yanına çıkıp geliverir. Görenler büyük bir şaşkınlık içindedirler. Hz. Meryem’in ne kadar masum ve iffetli olduğunu, ailesinin nasıl seçkin ve bu türlü günahlardan uzak olduklarını hatırlatırlar. Hatta ona: “Ey Harun’un kardeşi! Baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi!” derler. Sözün bittiği yerdir. Söylese de bir anlamı yoktur. Tek çare, kucağındaki çocuktur ve o da, çocuğa sorun dercesine, Hz. İsa’yı işaret eder.

Hz. Meryem’in bu işareti karşısında, şaşkınlıkları daha da artmıştır. Nasıl artmasın ki, yeni doğmuş bir bebek nasıl konuşabilir ki? Onlar böylesine büyük ve derin bir şaşkınlık içinde iken, henüz yeni dünyaya gelmiş bir bebek olan Hz. İsa: “Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi. “Nerede olursam olayım beni kutlu, mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe bana namazı ve zekâtı farz kıldı.” “Anneme saygılı, hayırlı evlat kılıp, asla zorba, bedbaht ve hayırsız biri yapmadı”. “Doğduğum gün de, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selâm üzerime olsun!” sözlerini söyler.

Sebepler ortadan kalkmıştır. Karşılarında konuşan hem de anlamlı konuşan, annesinin iffetini açıktan beyan eden, kendisinin bir peygamber olduğunu açıklayan bir bebek vardır. Dillerini yutarlar ve gördükleri bu açık gerçeği kabul etmek zorunda kalırlar.

Görüldüğü üzere Kur’ân, Hz. Meryem’in Hz. İsa’yı (a.s.) dünyaya getirmesini bir yandan kudret delili olarak sunarken, diğer taraftan da Hz. İsa’nın bir anneden dünyaya gelen beşer olduğunu vurgular. Aynı zamanda böylesine detaylı bir anlatımda, Müslümanlar için Hz. İsa’nın (a.s.) doğumunun, ne kadar önemli bir hadise olduğunu da göstermiş olur.

Evet Hz. İsa (a.s.), yoldan çıkmış, her türlü kötülüğü işler olmuş, Tevrat’ı dinlemez ve tahrif eder hale gelmiş İsrailoğullarını doğru yola davet ederken, aynı zamanda gelecek olan Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) adını da, İncil’de Ahmed olarak müjdelemiştir.

Hz. İsa’nın (a.s.), dolayısıyla Hristiyanlığın İslam ile başka bir açıdan daha yakın ilişkisi vardır ki, o da ahir zamanda Hz. İsa’nın (a.s.) yeniden nüzul edip, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nübüvvetini yeniden tasdik ve takrir etmesidir. Böylelikle ikinci gelişiyle Hz. İsa (a.s.), başlangıçta adıyla müjdelediği Son Nebi’yi, O’nun ümmetinden bir fert olarak yeniden hatırlatmış olacaktır. Bu konuyu da bir sonraki yazımıza bırakarak, şimdilik nokta koyuyoruz.

Verme Ahlâkı! | Prof. Dr. Muhittin Akgül

Başlık sizlere biraz şaşırtıcı gelebilir. Vermenin de bir ahlâkı olur mu hiç? Evet vermenin de bir ahlâkı vardır ve ona göre yapılmalıdır. Bu ahlâka uyulmadan icrâ edilen bir verme faaliyeti, hem anlamını kaybetmiş olur, hem de bununla sadece kendimizi kandırmış oluruz.

Bu yazımızda, yardımlaşma ve ihtiyaç sahiplerini yardımsız bırakmama konusunu kısaca ele alacak, verdiklerimize hangi şekilde ve ne ölçüde vermemiz gerektiğine vurgu yapmaya çalışacağız.

Kur’an’da en sık tekrarlanan kavramlardan birisi de şüphesiz ki İNFAK’tır. İnfak, zekât ve sadakayı da içine alan her türlü yardımlaşmayı ifade eden genel Kur’ânî bir kavramdır. Birinin elinden tutma, ilminden faydalandırma, gücünün yetmediği bir işte yardım etme, ikramda bulunma, tecrübelerini paylaşma, zekât, sadaka vb. görevleri îfa etme gibi aktivitelerin tamamı, bu kavram içerisinde bulunmaktadır.

Bilindiği üzere İslam’ın ilk yılları olan Mekke döneminde, zekât ve sadaka gibi mükellefiyetlerin miktarları belirlenmemişti. Genel olarak ibadetler mutlak bırakılmış, yaşanılan şartlar gereği özellikle de mâli mükellefiyetlere bu dönemde bir sınır getirilmemişti.

İslam, Allah’a karşı kulluk görevleri arasına, insanlara yardım etme ilkesini de koymuş, hatta bunu İslam’ın beş temel şartından biri olan “zekât” adıyla formüle etmiştir. Artmak, çoğalmak, bereketlenmek, temizlenmek, uygun ve verimli olmak, arınmak, maddi manevi her türlü lekeden uzaklaşmak gibi anlamlara gelen zekât kavramı, nisap miktarına ulaşmış zenginlerin, vermekle mükellef oldukları miktarı belirten ve İslam’a özgü olan bir ibadet çeşidini ifade eder olmuştur.

Unutulmamalıdır ki, ihtiyaç sahiplerine yaptığımız maddi manevi yardımlar, ihsana ihtiyacımızın zirvede olduğu Mahkeme-i Kübra’da, karşımıza bizleri Cehennemden uzaklaştıracak birer vesilesi olarak çıkacaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, hiçbir dostun fayda vermeyeceği, şefaatçinin şefaatinin geçerli olmayacağı Mahşer gününde, maldan yapılan harcamaların, insanın imdadına yetişeceğini, harcamamanın ise, Allah’a inanmayanların ve zâlimlerin belli başlı bir özelliği olduğuna: “Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne bir dosttan yardım beklemenin, ne de bir kimseden şefaat ummanın mümkün olmadığı bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden harcayın…” (Bakara 2/254) beyanıyla dikkatlerimizi çeker.

İnsanın fedakârlıkta bulunup, muhtaç olan kimselerin elinden tutması, veren açısından görünürde bir eksiklik meydana getirse de, aslında verme faaliyeti, verenin malında bereketlenme ve artma vesilesidir. Mal azalsa da aslında harcanan malın yerine yenisi fazlasıyla Yüce Yaratıcı tarafından konulur. Nitekim Yüce Rabbimiz, mallarını Allah yolunda harcayanların durumunu, yedi başak verip her başağında yüz dâne bulunan buğdaya benzetmiş ve verene kat kat fazlasıyla mukabelede bulunacağını, zira ihsanının bol olduğunu bildirmiştir.

Verme hususunda cimri davranıldığında, insanı bekleyen faydasız bir pişmanlığın olacağı gerçeğine ise: “Sizden her hangi birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasip ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: “Ya Rabbi, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takva ehlinden olacağım!” diyecek olsa da, Allah vâdesi gelen hiçbir kimseyi ertelemez. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Münafikûn 63/10-11) ikazıyla açık bir şekilde dikkat çekmiştir.

Hayır yollarında harcanmayan mal, âhirette insanı yakan bir ateş haline gelecektir. Bu anlamda potansiyel bir Cehennem adayı, aslında kendi Cehennemini daha dünyadayken inşa etmektedir. Nitekim: “Allah’ın kendilerine lütfu ile bol bol verdiği nimetlerde cimrilik edip harcamayanlar, sakın bu hâli kendileri için hayırlı sanmasınlar. Hayır, bu onların hakkında şerdir. Cimrilik edip vermedikleri malları kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah ne yaparsanız hepsinden haberdardır.” (Âl-i İmrân 3/180) âyeti bu hususu net bir şekilde haber vermektedir.

İhtiyaç sahiplerini görüp kollama, insanın başına gelebilecek muhtemel sıkıntılara karşı da âdeta bir paratöner vazifesi görür. Kıtlık, deprem, kuraklık, tehlikeli hastalıklar, toplumsal kargaşa gibi âfetlere karşı da bir set haline dönüşür.

İhtiyaç sahiplerinin ihtiyacını giderme, Cenâb-ı Hakk’ın gadabını dindirir, ansızın ve kötü bir şekilde insanın başına gelecek ölümden korur, melekler, infak eden kimseye harcanan malın yerine yenisinin konması, cimrilik yapanın da malına telef vermesi (yok olması) için dua eder.

Maldan harcama kolay bir iş değildir. Herkes verirken önüne bir sürü engelin çıktığına çoğu kez şahit olmuştur. Bu arada özellikle verirken büründüğümüz hâlet-i rûhiye, âdeta “Verme! Sakın verme!” dercesine haykıran iç seslerimiz, zaman kaybetmeden devreye giren farklı dürtülerimiz, ezeli ve ebedi düşmanımız şeytan vb. engeller, insanı fakirlikle korkutarak, başkalarına yardım etmesine engel olmaya çalışır. Şeytanın böyle bir vesvesesi karşısında mağlup olup, yardımda bulunmayan kişinin cimrilik yapıp vermediği mal, kıyamet gününde boynuna dolanır; altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanları acı bir azap beklemektedir. İhtiyaç sahipleri varken stoklanan altın, gümüş ve servetler, cehennem ateşinde kızdırılarak, sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Ve onlara da şöyle denilir: “İşte!” sizin kendiniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!” (Tevbe 9/34-35)

Kur’ân, sık sık insanın kazancına, kazançta başkalarının da hakkının olduğuna, paylaşımcı olmaya, ihtiyaç sahiplerine vermemek suretiyle kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamamıza ve özellikle de “ihsan” kelimesiyle, ihtiyaç sahiplerine verirken gösterilmesi gereken ölçüye vurgu yapılır, bu işin Allah’ı görüyormuşçasına büyük bir özenle yerine getirilmesine ve ihsan şuuruyla verenlerin Allah tarafından sevildiği hatırlatılır. (Bkz:Bakara 2/195). Âyetteki ihsan etme emri, hem verilen şeyin adını, hem de verirken verenin içinde bulunması gereken hâlet-i rûhiye ve tavrı ifade eder.

Yüce Allah MUHSİN’dir, insana verdiği bütün nimetler, en güzelinden, en lezzetlisinden ve en temiz ve bol olanındandır. Hem beden, hem ruh ve hem de dış dünyasında insana olan ikramları benzersizdir. Muhsin olan Allah, sürekli ihsanda bulunduğu halde, asla verdikleriyle başımıza kakmaz, nankörlük etsek de nankörlüğümüzü yüzümüze vurmaz, vermeyi sonlandırmaz.

Muhsin isminin, mü’minde de ihsan olarak tecelli etmesi gerekir. Muhsin isminin gölgesinde hareket eden mü’min, ihtiyaç sahibi kimseleri kollayıp gözetirken, güzelini, iyisini, kalitelisini, temizini vermeli ve kendisine nasıl verildiyse, aynı şekilde vermeyi hedeflemeli, ihsan durumunu asla göz ardı etmemelidir.

Nitekim konuya en net şekilde vurgu yapan âyet-i kerimede:“Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin ve yerden sizin faydanız için bitirdiğimiz ürünlerin temiz ve güzel olanlarından Allah yolunda harcayın. Siz göz yummadan, içinize yatmaksızın almayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkmayın. İyi bilin ki: Allah her şeyden müstağnidir, asıl hamde layık olan O’dur.” (Bakara 2/267) buyrulmaktadır.

Yukarıdaki âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şu rivayet zikredilmektedir. Ensâr’ın hurma bahçeleri vardı. Bunlar bahçelerinden topladıkları hurma salkımlarını mescitte bir yere asarlardı. Ehl-i Suffe’nin ise yiyeceği fazla bir şeyleri yoktu. Onlardan birinin karnı acıktığında gelir, elindeki sopasıyla asılı hurma dallarına vurur ve olgunlaşmış- olgunlaşmamış ne varsa yere düşen hurmaları yerdi. Hurma getiren bazıları getirdiklerine dikkat etmez, iyisinden kalitesizinden ne topladılarsa onları getirirdi. İşte bu olay üzerine yukarıdaki âyet indirildi. Bunun arkasından da Allah Resûlü (s.a.s.): “Sizden biriniz hediye edildiğinde gözü kapalı alamayacağı ya da ancak utancından alabileceği şeylerin benzerini başkalarına vermeye kalkışmasın.” buyurdular. Bundan sonra ise ürünlerinden ihtiyaç sahiplerine dağıtan kimseler, getirdiklerine büyük ihtimam gösterdi ve ürünlerinin en iyisini getirmeye gayret ettiler.

Yukarıdaki durumun her zaman farklı şekillerde cereyan etmesi mümkündür. Âyeti evrensellik çerçevesinde ele alındığında, her dönemde ihtiyaç sahiplerinin varlığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Veren açısından, verilecek şeylerde de her zaman değişiklik olabilir. Bazen nakit, bazen yiyecek, bazen kullanılacak bir eşya, bazen de giyilecek bir elbise olabilir. Ancak bütün bunlarda dikkat edilmesi gereken husus, verdiğimiz kimseleri mahcup etmeme ve verdiğimiz eşyanın temiz ve kullanılabilir nitelikte olmasıdır. Empati yapmayı unutmamalı, verdiğimizin bize verildiğinde ne hissedeceğimizi asla akıldan çıkarmamalıyız. Atacak kadar eski, giyilmeyecek kadar modası geçmiş, yıpranmış, yüzüne bakılmaz hale gelmiş eşya, yiyecek ya da giyecek bir malzemeyi, asla ihtiyaç sahipleriyle paylaşmamalıyız. Zira unutmamalıyız ki, verdiğimiz her nesne, verilen kişinin eline değmeden önce Cenab-ı Hakk’a arzedilir, O’nun eli (mecazi anlamda) değer.

Allah Resûlü (s.a.s.):“En temizinden –ki Allah en temizini kabul eder– veren birisinin sadakasını Rahman olan Allah alır. Bu bir hurma bile olsa, Rahman’ın elinde öyle bereketlenir ki, Uhud’dan daha büyük olur. Aynen sizden biriniz, tayını veya deve yavrusunu besleyip büyüttüğü gibi, Allah da (c.c.) sizin sadakalarınızı öyle geliştirir.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63) sözleriyle bunu haber vermişlerdir.

Bunun içindir ki Hz. Aişe Validemiz, ihtiyaç sahiplerine vereceği paralara güzel kokular sürermiş. Sebebini sorduklarında da şöyle cevap verirmiş: “Ben Efendimiz’den, (s.a.s.), sadakanın fakirin eline geçmeden önce Allah’ın eline geçtiğini işittim. Bu paraların güzel kokularla Allah’ın eline varmasını istediğim için onlara koku sürüyorum.”

Şu cümlelerle yazıyı bitirmek istiyorum:

Günümüzde gerek Türkiye’de bulunan, gerekse hicret diyarlarında olan ve işini, malını, evini, eşyasını bırakıp göç etmiş kimselere bir şeyler verirken, onların onurlarını zedelemeden, haysiyetlerini yaralamadan, daha önceki konumlarını da dikkate alarak vermeli, vermenin ahlakına riayet etmeli ve kimseyi rencide etmemeliyiz. Zira Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir.” (Bakara 2/263). Onun içindir ki, verirken vermesini bilmeli, verdiklerimizin hesap ânında mutlaka mizan terazisinde karşımıza çıkacağını hatırlamalı ve Yüce Allah tarafından görüldüğü asla unutulmamalıdır.

Peygamberlik ve onun son temsilcisi HZ. Muhammed (S.A.S.) | Prof. Dr. Muhittin Akgül

Yaratılışın gayesi, marifet-i İlâhidir. Bu marifete ermede rehber, Yüce Yaratıcı’nın insanların içlerinden seçmiş olduğu peygamberlerdir. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. İnsanlık tarihinin farklı zaman dilimlerinde, aklın ulaşamadığı noktalarda yol gösterici ve işaret belirleyici de işte bu peygamberlerin bulunduğu nübüvvet müessesesidir. Ve bu nübüvvet sarayının kubbesindeki son taş, tamamlayıcı ve sona erdiricisi ise Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.

Yeryüzünde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı bölgelerde, Allah Teâla tarafından elçiler görevlendirilmiş, kendilerine özel bir bilgi olan vahiy verilmiş ve peygamber olduklarının kanıtı olarak da değişik mu’cizelerle desteklenmişlerdir.

“Her ümmetin bir peygamberi vardır.” (Yûnus 10/47), “Biz, her ümmete bir peygamber gönderdik.” (Nahl 16/36), “Senden önce de kendi milletlerine peygamberler göndermiştik.” (Rûm 30/47), “Daha önce gelenlere, nice peygamberler göndermiştik.” (Zuhruf 43/6) gibi âyetler de bu gerçeği işaret etmektedir.

Peygamberlerin en başta gelen temel görevleri; Uluhiyeti doğru anlatmak, gerçek kulluğun kime ve nasıl yapılacağını öğretmek, dinin temel kurallarını uygulamalı olarak göstermek, her ko­nuda insanlara örnek olmak, dünyaya meyilli olan insanları, ebedi aleme yönlendirmek, dünya ve ahiret dengesini kurmak ve aşırılıklardan kurtarıp ideali göstermektir.

Peygamberlik, Allah Teâlâ’nın seçtiği şahıslara verdiği İlâhi bir lütûf ve bir rahmettir. İnsanlar, kendi istek ve çabalarıyla bu ünvânı elde edemez. “Allah, me­leklerden ve insanlardan elçiler seçer, şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür.” (Hacc 22/75) ve “..Allah peygamberliği kime vereceğini pek iyi bilir..” (En’âm 6/124) âyetleri de bu gerçeğe işaret etmektedir.

Peygamberler, dâvâlarından tâviz vermez, yaptıkları hizmetler karşılığında insanlar­dan hiçbir beklentileri olmaz ve söyledikleriyle uygulamaları arasında da hiçbir tutarsızlıkları bulunamaz. Bu yazımızda, işte bu peygamberlik halkasından Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şahsına, kısaca bakmaya çalışacağız.

Bir adı da Mustafa olan Allah Resûlü (s.a.s), insanların içlerinden seçilen bu seçkin şahsiyetlerin arasından süzülen ve böylece iki kez seçime tabi tutulan Yüce bir Şahsiyettir. O, varlığın gayesini öğretmiş, her sahada ideal insan olma portresini yaşantısıyla göstermiş, dünya-ahiret arasında olması gereken dengeyi yerine oturtmuş, insanların fıtratlarına su gibi, hava gibi muhtaç oldukları gerçek din duygusunu yerleştirmiş, beşer yaşamında uygulanması insanı mutluluğa götüren ideal kuralları belirtmiş ve insanların her zaman muhtaç oldukları güzel ahlak ilkelerini talim etmiştir.

Hayatına kuş bakışı bakıldığında, hemen ilk safhada onun, Yüce Yaratıcı’nın vahyi kontrolünde hareket ettiği, vazifesi karşılığında en küçük maddi bir beklenti içinde olmadığı, son derece samimi olduğu, insanları Allah’ın birliği ve varlığına çağırdığı, hedef ve gayesinin son derece açık olduğu görülür.

Yine yaşantısına bakıldığında, hemen göze çarpan şeylerin, söz ve davranışlarında son derece doğruluğu, emanet noktasında zirvede oluşu, üzerine aldığı kudsi görevi yerine getirmedeki titizliği, ortaya çıkan karmaşık meseleleri son derece rahat, kolay ve herkes tarafından benimsenen bir şekilde çözüme kavuşturması ve masumiyeti olduğu görülür.

Son ve evrensel olması ve Yüce yaratıcı nezdindeki konumundan dolayıdır ki, kendisinden önceki peygamberler ve onlara gelen Kudsi beyanlar ondan bahsetmiş, geleceğini haber vermiş ve zuhurunu müjdelemişlerdir. Bu müjde ve haberler o kadar açık ve detaylıdır ki, bu din mensuplarından bazıları, kendi evlatlarını tanıma rahatlığı ölçüsünde ona ait özellikleri öğrenmiş, onda görmüş ve ona inanmışlardır.

Her peygamber gibi vahye mazhar olmuş, peygamberliğinin delili olması açısından herkesi ilgilendirecek ve herkesin rahatlıkla anlayacağı derecede açık ve büyük mucizelere mazhar olmuştur. Kur’ân gibi ebedi ve her türlü tahriften uzak olan bir Kitap verilmiş, Ebâbil kuşları onun ve ümmetinin kıblesi olacak Ka’be’yi koruma altına almış, göğsü şerhedilmiş, beşerin idrak sınırını aşacak mahiyetteki İsra-Mi’rac gibi öteler ötesi kudsi bir yolcuğu, bütün bir insanlık adına yapmış, peygamberliğinin bir delili olarak ay ikiye yarılmış ve semanın kapıları şeytanlara kapatılarak insanların bu noktadan aldatılmalarının önü kesilmiştir.

Yaşadığı hayatın her safhası, seçilmişliğinin ve ulaşılmazlığının ayrı bir yönünü meydana getirmiş, şakalarında bile yalanın en küçüğü onun semtine uğramamış, dünyaya teşriflerinden vefat anına kadar başına gelen pek çok sıkıntı, eziyet ve musibet karşısında, olağan üstü bir sabır göstermiş, kendisine, yakınlarına ve dostlarına yapılan sayısız insanlık dışı davranışlar karşısında beşer üstü bir af ve müsamaha örneği sergilemiş, içine bütün insanları hatta hayvanları dahi alacak genişlikteki merhametiyle, etrafındaki dost-düşman herkesin dikkatini çekmiş, bir beşer olarak her şeye ulaşması ve elde etmesi mümkünken, son derece mütevazi ve sade bir hayat yaşamış, yaptığı işlerde en küçük bir beklenti içinde olmamış, sıkıştırıldığı ve tek başına kaldığı zamanlarda bile asla bir yılgınlık ve ümitsizlik emaresi göstermemiş, Allah’a kulluk noktasında herkesten daha ileri ve derin olmuş… hasılı iyi huy dediğimiz her davranışı en zirve noktada temsil etmiş ideal bir örnektir.

Cenab-ı Hakk bu şerefli elçisini, manevi günahlardan koruyup, lekesiz ve eksiksiz bir varlık olduğunu dilediği gibi, onu aynı zamanda insanlardan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı da korumuştur. Ölümle yüz yüze geldiği ve artık kaçışın mümkün olmadığı pek çok tehlikeli noktada onu muhafaza etmiş ve düşmanın baş vurduğu her türlü komployu bertaraf etmiştir.

Günümüz dünyasının muhtaç olduğu gerçek barış ve farklılıklarla beraber yaşama örneğini en açık bir şekilde yaşayarak göstermiş, aynı şehri, farklı din ve inanç sahipleriyle paylaşmıştır.

Evet O (s.a.s.), son peygamberdir. Nübüvveti, bir ülke ya da belirli bir zamanı değil, bütün zaman ve mekanları içine alan evrensel bir nübüvvettir. Hatta cinlerin de peygamberidir. Eşleri bizim annelerimizdir. Geçmiş-gelecek günahları af garantisindedir. Diğer peygamberlerden onun adına söz alınmış, Kevser verilmiş, Kur’ân’da adıyla kendisine hitap edilmemek suretiyle bizlere, ona karşı göstermemiz gereken saygının ölçüsü belirtilmiştir. İlâhî ve büyük bir lütuf olduğu minnetiyle hatırlatılmış, kendisine itaatın Allah’a itaat olduğu vurgulanmış, sadece bu dünyada değil, aynı zamanda âhirette de, insanlara ve peygamberlere şahitlik yapma gibi büyük bir makamla taçlandırılmıştır.

Erişilmez yüce şahsiyeti karşısında, sadece ona inananlar değil, başkaları da hayranlıklarını gizleyememiş, göğün yere bu değerli armağanı karşısında temenna durmuşlardır. Michael Hart gibi kimseler kaleme aldıkları “Yüz Ebedî Şahsiyet” adlı eserlerinde, onu birinci sıraya yerleştirmiş, Alman Büyük Devlet Adamı Bismarck ona olan hayranlığını: “Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!” sözleriyle dile getirmiş ve 1927’deki Uluslar Arası Hukuk Kongresi, ona olan medyuniyetlerini, sonuç beyannamelerine ekledikleri: “Beşeriyet, Hz. Muhammed’le iftihar eder. Çünkü O Zât, ümmî olmasıyla beraber, 13 asır evvel öyle bir hukuk sistemi getirmiştir ki, biz Avrupalılar 2 bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek mesud ve bahtiyar oluruz.” ifadeleriyle ortaya koymuşlardır.

Ümmetine düşen görev, ona inanma, iaat etme ve sevmenin yanında, birer kristal gibi değerli Kur’ân âyetlerinin, insan haline gelip ortaya çıktığı Allah Resûlündeki insani

Talihsiz Bir Kanun: Mecelle-i Ahkam-ı Adliye | Prof. Dr. Osman Kaşıkçı

Giriş
Mecelle, Osmanlı Devleti’nde 1868-1876 yılları arasında ki¬taplar halinde hazırlanarak yürürlüğe girmiş olan İslâm özel hukukunun bir kısmının yer aldığı kanun kitabının kısaltılmış ismidir. Asıl ismi, adliyeye ilişkin hükümler mecmuası anlamına gelen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’dir.

Mecelle gerek dünya gerekse Türk hukuk tarihinde önemli izler bırakmış bir kanundur. Her şeyden önce o dünya hukuk tarihinin ikinci Medeni Kanunu’dur. Mecelleyi hazırlayan komisyonun başkanı Cevdet Paşa, bu hususu şöyle ifade etmiştir: “Avrupa kıtasında en iptidai tedvin olunan kanunname Roma Kanunnamesidir ki, Şehr-i Konstantiniyye’de bir cemiyet-i ilmiye marifetiyle tertip ve tedvin olunmuş idi. Avrupa kanunlarının esasıdır ve her tarafta meşhur ve muteberdir. Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ye benzemez. Beynlerinde pek çok fark vardır. Çünkü o, beş altı kanunşinas zatın marifetiyle yapılmıştır. Bu ise beş-altı fakih zatın marifetiyle vaz-ı İlahî olan şeriat-ı garradan ahz u iltikat edilmiştir. Avrupa kanunşinaslarından olup bu kerre Mecelleyi mütalaa ve Roma Kanunnamesi ile mukayese eden ve ikisine dahî mücerred eser-i beşer nazarı ile bakan bir zat dedi ki, âlemde cemiyet-i ilmiye vasıtası ile re’sen iki defa kanun yapıldı. İkisi de Konstantiniyye’de vuku buldu. İkincisi tertip ve intizamı ve mesailinin hüsnü tensik ve irtibatı hasebiyle evvelkiye çok müraccah ve fâiktir. Beynlerindeki fark dahî ol asırdan bu asra kadar âlem-i medeniyette kaç adım atmış olduğuna güzel bir mikyastır.”

Mecellenin asıl etkileri şüphesiz İslam hukuk tarihinde olmuştur. Çünkü İslam özel hukuku ilk olarak Mecelle ile kanun haline getirilmiştir. Aslında ilk dönemlerde İslâm Hukuku’nun derlenmesine büyük önem verilmiştir. Mesela İslâm’ın birinci kaynağı olan Kur’an, daha nazil olurken hem ezberlenmiş hem de yazılmıştır. Bununla birlikte Kur’an, Hz. Peygamberin sağlığında kitap şeklinde derlenmemiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde Kur’an’ın bir kitap şeklinde tedvin edilmesi kararlaştırılmış ve İslâm’da ilk tedvin hareketi böylece başlamıştır. İslâm’ın ikinci kaynağı olan sünnetin derlenmesine de hicrî ikinci asırdan itibaren olmuştur. Yine aynı dönemde İslâm Hukuku hükümleri fıkıh kitaplarında bir araya getirilmiştir. Kur’an’ın bir kitap halinde derlenmesi dışındaki çalışmalarda devletin bir müdahalesi söz konusu olmayıp tamamen ferdî gayretler şeklinde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte daha sonraki dönemlerde İslam hukukunun bir bütün olarak kanunlaştırılması için girişimler de olmamış değildir. Mesela Abbasi halifesi Mansur döneminde (754-775) böyle bir girişim olduğunu biliyoruz. İslâm hukukçularının bir konuda farklı görüş belirtmiş olmaları ve bu farklılığın mahkeme kararlarına yansıması halifeyi ülkesinde hukuk birliğini temin edecek bir kanunname hazırlatmaya sevk etmiştir. Halifeyi buna teşvik eden Abbasilerin son dönemlerinde devlet kâtibi olarak çalışmış İbn-i Mukaffa isimli bir kişidir. Bu amacı gerçekleştirmek için Mansur’un emri ile Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik, ünlü eseri Muvatta’yı hazırlamış fakat onun bütün ülkede bir kanun olarak uygulan¬masına razı olmamıştır. Daha sonraki halife Harun Reşit’in de yine aynı eseri ülkede uygulanmak üzere bir kanun olarak ilan etmek istemesine karşılık İmam Malik, “Sakın böyle bir şey yapmayınız, çünkü İslâm devletlerinin her yerinde yetkili ve bilgili hukukçular vardır. Onlar kendi bulundukları yerlerin özelliklerine ve gereklerine uygun hükümler vermektedirler. Verdikleri hükümler değişik de olsa hepsi doğrudur. Onları dinleyiniz” diyerek karşı çıkmıştır. Bununla hukukun yere ve zamana göre değişebileceğini belirtmek istemiştir. Daha sonra yine İslam hukukunu bir kanun haline getirmek amacı ile Fetevây-ı Tatarhâniye isimli eser, Hindistan’da Delhi sul¬tanları zamanında hazırlanmıştır. Bu eser II. Muhammed Tuğrak (1324-1351)’ın sarayında bir asilzade olan Tatarhan’ın emri ile Âlim b. Alâ el-Hanefi tarafından yazılmıştır. Yazar tarafından herhangi bir isim konulmamış, sadece, Tatarhan’a ithaf edildiği için bu isimle anılmıştır. İsminin çağrıştırdığı gibi bir fetva kitabı olmayıp, sistematik bir hukuk kitabıdır. Kanun haline gelmemiş, sadece derli toplu bir hukuk kitabı olarak önemli bir kaynak oluşturmuştur.

Fetevây-ı Alemgiriyye, Fetevây-ı Cihangiriyye veya ünlü ismi ile Fetevay-ı Hindiye ise, Babürlü hükümdarı Muhyiddin Evrengzip Alemgir (1658-1707)’in emri ile Burhanpurlu Şeyh Nizam başkanlığında ve buna bağlı dört yardımcısı ile onlara bağlı onar kişilik bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Bu eser de kanun haline gelmemiş sistematik bir hukuk kitabı olarak tarihte yerini almıştır. Keza İbn-i Nüceym de bir kısım kural ve temel meseleleri toplayarak bunların ışığında fıkhî ayrıntıları özet olarak bir araya ge¬tirmek yolunda güzel bir çığır açmış ise de ondan sonra bu gelenek devam ettirilememiştir. Bu eser, meseleci metotla kaleme alınan fıkıh kitaplarının aksine mücerret metotla yazılmış ve Mecellenin genel hükümleri (kavaid-i fıkhıyesi)nde önemli ölçüde bu kitapta yer verilen hükümlerden yararlanılmıştır.

Ayrıca Cüveyni, belirli bir mezhebe bağlı kalmadan bir kanun kitabı meydana getirmek için El-Muhit adında bir kitap yaz¬maya başlamıştır. Ancak söz konusu kitabın ilk bölümleri, Beyhaki isimli Şafiî mezhebine bağlı bir hukukçunun eline geçince, kitaptaki hadisler eleştirilmiş ve Cüveyni de bu girişimden vazgeçmiştir.

Büyük Selçuklu Padişahı Melikşah da Nizâmül-Mülk’ün etkisi ile ileri gelen hukukçuları bir araya getirerek o sırada büyük fikir ayrılığı olan hukukî konularda bütün Müslümanların uygulayabilecekleri bir medeni kanun hazırlatmayı düşünmüş, ancak içtihâdî konularda her mezhebin farklı görüşlerde olmaları sebebi ile hukukî birliği sağlayamayacağını düşünerek bu fikrinden vazgeçmiştir.

Osmanlı dönemine gelince, Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından Fatih devrine gelinceye kadar Hidâye, Kenzü’d-Dekâik, Kudûri, .i.Vikâye ve Muhtâr gibi aslında medreselerde ders kitabı olarak okutulan kitaplar, aynı zamanda kanun ihtiyacını da karşılamışlardır. Özellikle hâkimlerin medreselerde bu kitapları ezberleyerek mezunu oldukları nazara alınırsa, o devirde bu kaynaklara başvurmada önemli bir güçlükle karşılaşmadıkları anlaşılır. Fatih devrinden Kanuni devrine kadar, Molla Hüsrev’in Gurer ve bunun şerhi Dürer isimli eseri yukarıdakilerden biraz daha sistemli ve kanun anlayışına yakın bir üslupla kaleme alınmış ve mahkemelerde kanun gibi uygulanmıştır. Kanuni devrinden Mecellenin hazırlanmasına kadar ise, İbrahim Halebî tarafından kaleme alınan Mülteka’l-Ebhur, bu boşluğu doldurmuştur. Ne var ki padişah tarafından onaylanıp yürürlüğe konmadıkları için bun¬ları kanun olarak nitelemek mümkün değildir. Sadece fiilen kanun gibi uygu¬landıklarını söylemek gerekir.

Mecellenin Hazırlanış Sebepleri
Mecellenin hazırlanmasının tarihi, hukuki ve siyasi sebepleri vardır.

Tarihi Sebepler
Yukarıda da ifade edildiği üzere Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan önce şer’î hukuk alanında kanunlaştırmaya gidilmemiş ise de özet şeklinde hazırlanan fıkıh kitapları ve bunlardaki hükümlerin uygulanmasını gösteren fetva mecmuaları ile kanun ihtiyacı karşılanmıştır. Zaten 19. yüzyıldan önce Batı’da da önemli bir kanunlaştırma hareketine rastlanmaz. O devirde Batılı devletlerde, millî örf ve âdetler ya da Corpus Iuris Civilis denen Roma Hukuku uygulanmaktaydı. İngiliz hukukunda ise, günümüzde olduğu gibi, kanun ihtiyacını örf ve âdetler ile mahkeme içtihatları karşılamaktaydı. Batıda ancak 1791 tarihli Prusya, 1804 tarihli Fransız, 1811 tarihli Avusturya Medeni Kanunları, sistemli kanunlar olarak tarihe geçmişlerdir. Bu sebeplerle, Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti’nde şer’î hukuk alanında kanunlaştırmaya gidilmemesini bir eksiklik olarak görmek mümkün değildir. Neticede insanlığın gelişimi ile yakından ilgili bir meseledir.

Tanzimat Fermanı’nda, “kavanin-i cedîdenin vaz’ ve tesisi” hükmüne yer verildikten sonra hemen her alanda yeni kanunların çıkarılmasına girişildiğini biliyoruz. Özel hukukun en temel kanununun böyle bir girişimin dışında kalması düşünülemezdi. Hatta ilk olarak medeni kanundan başlanarak 1840 yılında Fransız Medeni Kanunu veya diğer adı ile Kod Sivil’in Osmanlı Devletinin hukukî yapısına uygun bir şekilde düzenlen¬mesi, “Fransız erbâb-ı kaleminden birine” verilmişti. Ne var ki bu girişimden herhangi bir sonuç alınamadı.

Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra bir taraftan Kod Sivil tercümeleri yürütülürken, diğer taraftan da içtihat ve fetvaların derli toplu bir kanun haline getirilmesi fikri de gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Hatta 1855 yılında iç ve dış baskıların da iyice artması sonucu Meclis-i Âli-i Tanzimat tarafından şer’i hukukun muâmelât kısmını kanunlaştırmak amacı ile Rüştü Molla Efendi başkanlığında bir kurul oluşturulmuştur. 1 Kasım 1855 ta¬rihinde ilk toplantısını yapan kurul, bir süre sonra Metn-i Metin ismi ile alım satım kısmı(Kitâbü’l-Büyû’) özet olarak hazırlamıştır. Maddelerin yazılması işlerini Cevdet Paşa’nın yaptığı kurulun başkanı dışında hiçbirisi hukukçu değildir. Ayrıca o zamana kadar bu hususta herhangi bir tecrübeleri de yoktur. Bu sebeple söz konusu kurulun bir medeni kanun hazır¬laması mümkün olmamıştır. Nitekim bu ağır görevi yerine getiremeyeceği an¬laşılan kurul kısa bir süre sonra dağıtılmıştır.

Hukuki Sebepler
Hâkimlerin Yetersizliği
Tanzimat devrinde hem nicelik hem de nitelik itibarıyla kadı sıkıntısı çekiliyordu. Hâkim eksikliği sebebi ile mahkemeleri kapatmaktansa, başkanları hukukçulardan ve üyeleri de diğer devlet memurlarından seçilerek nizamiye mahkemelerinin görev yapması sağ¬lanmıştır. Her ne kadar temyiz mahkemesi hâkimleri bu boşluğu doldurmaya çalışsalar da onların gayretleri buna yeterli gelmemiştir. Esasen onların da ahkâm-ı fıkhıyeye tam olarak vâkıf oldukları söylenemezdi. Bu durum halk arasında onların keyfî kararlar verdikleri şeklinde anlaşılmaktaydı. Bu sebeple özellikle nizamiye mahkemelerinde hâkimlerin ellerinde kolayca müracaat edebilecekleri bir medeni kanuna olan ihtiyaç kendini iyiden iyiye hissettiriyordu.

Hâkimler, sadece sayı değil, aynı zamanda nitelik itibarıyla da yetersizdi. Çünkü medreseler, eski fonksiyonlarını gereği gibi ifa edemiyorlardı. Oysaki İslâm Hukuku, uçsuz bucaksız bir derya gibiydi. Böyle bir deryadan inci çıkarmanın zorluğu gibi, İslâm Hukukundan hüküm çıkarmanın zorluğu da ortadaydı. Özellikle Osmanlı Devleti tarafından resmi mezhep olarak kabul edilmiş olan Hanefi mezhebi, yüzyıllar boyunca çeşitli devletler tarafından uygulandığı için geniş bir mevzuata sahipti. Dolayısıyla bu mezhep içindeki en sağlam ve zamanın ihtiyaçlarını karşılayacak hükmü bulmak imkânsız olmasa bile çok büyük bir ilmî birikim gerektirmek¬teydi.

Kanunlaştırma Hareketleri
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’tan önce şer’î hukuk alanında bir kanunlaştırma olmamıştır. Tanzimat devri ise, ismine uygun olarak Osmanlı hukuk tarihinde tam bir düzenlemeler devridir. Tanzimat devrini başlatan Gülhane Hatt-ı Hümayûnu’nun konumuz açısından getirdiği en büyük değişiklik, belirli alanlardaki kanun yapma geleneğini hukukun bütün alanlarına yaymış olmasıdır. Gerçekten söz konusu fermanda “… Bundan böyle Devlet-i Aliyye ve memâlik-i mahrûsemizin hüsn-i idaresi zım¬nında bazı kavânîn-i cedide vaz’ ve tesisi lâzım ve mühim görünerek…” ifadelerine yer verilerek yeni kanunların yapılması zorunluluğu üzerinde durul¬muştur. Tanzimat’a kadar şer’î hukuk içerisinde yer alan hususlar açısından Tanzimat Fermanı’nın kanunlaştırmayı başlattığı söylenebilir. Örfî hukuk alanında ise, sadece ulemanın şer’î hukuka uygun olarak hazırlaması atlanarak Batılı devletlerin kanunları iktibas edilerek yürürlüğe konmaya başlanmıştır. İlk olarak 1850 tarihli Kanunnâme-i Ticaret iktibas edilerek yürürlüğe konmuştur. Ne var ki ticaret hukuku medeni hukuka bağımlı bir alan olduğundan ticaret mahkemelerinde davalara bakılırken, davanın ticaretle ilgisi ol¬mayan hususlarda büyük zorluklar çekilmekteydi. Fransız kanunlarına başvurulsa, bunlar, padişahın onayı ile yürürlüğe konmuş kanunlar olmadığından Osmanlı Devleti’nin mahkemelerinde uygulanamazlardı. Şeriata göre çözümlenmesi istense; şer’iye mahkemeleri böyle hususlarda davayı esastan incelemek zorunda kalıyorlardı. Hâlbuki iki mahkemenin yargılama usulleri değişik olduğu için, doğal olarak sonuçta farklılıklar ortaya çıkmakta, dolayısıyla bu gibi hususlarda ticaret mahkemelerinden, şer’iye mahkemelerine başvurulamamaktaydı. Sonuçta iktibas edilen Ticaret Kanunu, bir medeni kanunun kabulü zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.

Siyasi Sebepler
1856 Paris Konferansı’nda Osmanlı Devleti’ni temsil eden Âli Paşa, kapitülasyonların kaldırılmasını teklif etmiş; “Sizin kanunlarınız tek taraflıdır. Yalnız Müslümanlara göre yapılmıştır. Kanunlarınızı değiştiriniz biz de kapitülasyonlardan vazgeçelim” cevabını almıştı. Ayrıca Fransız elçisi Marqui De Moustier’in, medeni kanun olarak Kod Sivil’in alın¬ması hususunda Âli Paşaya devamlı telkinde bulunuyordu. Yine Tanzimat’ın en önde gelen ismi Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti’nin yeniden kalkınabilmesi için, Avrupa hukukunu iktibas etmesi gerektiğini açıkça ifade ediyordu. Batılı devletler “kanununuz ne ise meydana koyunuz. Biz de görelim ve tebaamıza bildirelim” diyerek Osmanlı Devleti’ni medeni kanuna sahip olması hususunda zorluyorlardı. Kendilerine yakın hissettikleri Osmanlı devlet ricaline bu fikirlerini her fırsatta telkin etmekten çekinmiyorlardı. Hatta Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesi için Batılı devletlerin medeni kanunlarından birisini iktibas etmesini açıkça şart koşuyorlardı.

Diğer taraftan Batılı devletler, azınlıkların(zımmî) ve pasaport ile bu ülkeye gelenlerin (müste’men) şer’iye mahkemelerinde yargılanmaya itiraz etmelerini gerekçe göstererek de Osmanlı devletine baskı yapıyorlardı. Çünkü şer’iye mahkemelerinde, Müslüman aleyhine gayr-ı müslimin ve zımmî aleyhine müste’menin şahitliği kabul edilmiyordu. Sadrazam Âli Paşa da devrin Padişahı Abdülaziz’e sunduğu bir raporunda konu ile ilgili olarak “Bir de başlıca şikâyet bizim mahkemelerden olduğundan ol bâbda dahî bir yol aranmalıdır.” diyordu. Bunun için bir yol arandı ve nizamiye mahkemeleri ismi ile yeni mahkemeler kuruldu. Bu mahkemelerin en önemli özelliği din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün vatandaşların davalarına bakmaktı. Bunun için de söz konusu mahkemelerin yetki alanları ahvâl-i şahsiyenin dışında tutuldu. Buna göre aile, miras, vakıf, şahsa karşı işlenen suçlar ve cezaları gibi hukuk-ı şahsiye davalarına şer’iye mahkemelerinde bakılmaya devam edilecek, bunların dışında kalan hukuki anlaşmazlıklara nizamiye mahkemelerde bakılması kararlaştırılmıştı.

İşte batılı ülkelerin bu baskıları Osmanlı Devleti’ni bir medeni kanun iktibası veya tedvini hususunda zorlamış ve sonuçta Mecelle tedvin edilmişti. Mecellenin hazırlanmasında Batı’nın etkisi, Batılıların kendi medeni kanunlarından birisini iktibas ettirme gayretine duyulan tepki şeklindedir. Yoksa özellikle Mecellenin yani ahkâm-ı fıkhıyenin tedvinini talep etmiş ve bu hususta baskı yapmış değillerdir. Bilakis Osmanlı Devleti’ni geri bırakan hususların başında ahkâm-ı fıkhıyenin geldiğini açıkça belirtmekten çekinmemişlerdir.

Kod Sivil mi, Fıkıh mı?
Mecelle, huzurlu ve sakin bir ortamda değil, Osmanlı Devleti’nin siyasi açıdan en sıkıntılı döneminde hazırlanmıştır. Mecellenin hazırlanmasında hukuki gerekçelerden ziyade siyasi baskıların etkili olduğu söylenebilir. Bu durumu gerek medeni hukukun kaynağı konusundaki tartışmalarda gerekse daha sonraki hazırlık aşamasında görmek mümkündür.

Medeni kanunun kaynağı konusunda M. Emin Ali Paşa, Fuat Paşa ve Cevdet Paşa gibi devrin ileri gelen devlet ve fikir adamları aralarında ciddi fikir ayrılıkları vardı. Temsilciliğini Sadrazam Mehmet Emin Âli Paşa ’nın yaptığı fikre göre, Fransa’nın “Kod Napolyon ” ya da “Kod Sivil” denen medeni kanununu aynen tercüme ederek alıp uygulamak en kes¬tirme yoldu. Zira Osmanlı Devleti, 1856 yılından beri Avrupa devletleri topluluğuna alınmış ve bu suretle Avrupa’nın “hukuk-ı umumiyesinden” yararlanma hakkı kabul edilmişti. Öyleyse Osmanlı Devleti, Tanzimat ile başlayan Batılılaşma halkasına Avrupa da yürürlükte olan medeni kanunlardan birini, özellikle de Fransa Medeni Kanununu eklemeliydi. Âli Paşa, bu fikirlerinde Mecelle hazırlanmaya başladıktan sonra ısrar etmiş hatta 1869’de isyan bastır¬mak için gittiği Girit’ten, Sultan Abdülaziz’e, devletin kötü gidişten kurtulması için gön¬derdiği raporda bu hususu aynen şu şekilde ifade etmiştir: “Bir de başlıca şikayet bizim mahkemeler olduğundan ol babda dahi bir yol aranmak ve Mısır’da yapılmakta olduğu gibi bizde dahi Kod Sivil dedikleri kanunname tercüme ettirilip de’a¬vi-i muhtelite mehâkim-i muhtelitede ve kanunnâmeyi tatbikan rü’yet ettirilmek emri zaruri görünür.”

Buna karşılık Cevdet Paşa ve Şirvânizâde Rüştü Paşa başta olmak üzere muhafazakarlara göre , Tanzimat devrinde Avrupa’nın üstünlüğü karşısında kendisini ezik hisseden ve devletin zayıflığı sebebi ile Batı devletleri tarafından devamlı baskı altında tutulan devletin ileri gelenleri, kendilerine öne¬rilen her türlü yeniliği ülkeye getirmeye çalışmaktaydılar. Belki Avrupa’nın kurum ve kanunlarından yararlanılabilirdi. Ancak Osmanlı Devleti’nin coğrafyası, tarihi ve kültürü hiçbir Avrupa Devleti’ne benzemediğinden onların kanunlarını aynen tercüme edip uygulamaya koymak doğru olamazdı. Fıkhın, bir kanun şeklinde derlenmesi, Osmanlı Devleti için gerekli ve yeterliydi. Çünkü fıkıh ku¬ralları bin sene gibi uzun bir zaman diliminde uygulanarak yavaş yavaş kanun¬laştırılmış, ayrıca ülkenin örf ve adetleri ona göre şekil almıştı. Asrın anlayışına uygun olan hükümlerin tercih edilmesi ile oluşturulacak böyle bir kanunun yanında sadece azınlıklara uygulanacak ayrı bir kanun Batı’dan benim¬senebilirdi. Ancak bütün Osmanlı vatandaşlarına uygulanacak bir kanunun iktibası düşünülemezdi.

Fıkhın Kanun Haline Getirilmesi Kararı
Özellikle Tanzimat’tan sonra belirli aralıklar yapılan Batıdan bir kanun iktibası mı yoksa fıkhın kanun haline getirilmesi mi, tartışmasına son vermek amacı ile Abdülaziz, Âli Paşa ile aynı düşünceye sahip olan Fuat Paşanın başkanlığında bakanlar ve bir kısım devlet ricalinden oluşan bir komisyon kurdu. Her iki taraf da tezlerini söz konusu komisyon huzurunda savundular ve sonuçta Cevdet Paşanın temsil¬ciliğini yaptığı fikrin esas alınmasına, yani fıkıh kitaplarından derlenmek suretiyle bir medeni kanun yapılması kararlaştırıldı.

Mecellenin Hazırlanmaya Başlanması
Cevdet Paşanın temsilciliğini yaptığı, fıkhın derlen¬mesi ile bir medeni kanun yapılması kararlaştırıldıktan sonra, Cevdet Paşanın başkan¬lığında Divân-ı Ahkâm-ı Adliye ’de “Mecelle Cemiyeti ” ismi ile bir kurul oluşturuldu.
Söz konusu kurulda, ilk oluşturulduğunda yedi kişi vardı. Kurulun üye sayısı daha sonraki kitaplarda 5 ile 9 kişi arasında değişmiştir. Bütün kitapların altında imzası bulunan sadece Seyfeddin Efendi ve Ahmet Hilmi Efendi’dir. Diğer üyeler Mecelle çalışmalarının tamamında bulunamamışlardır. Cevdet Paşa’nın sadece Kitabü’r-Rehn’de imzası yoktur ve bu kitaba Ömer Hulusi Efendi başkan olarak imza koymuştur.

Cevdet Paşa, zaman zaman cemiyet başkanlığından uzaklaştırılmak ve böylece Mecelle çalışmalarını sonuçsuz bırakmak için sırasıyla Bursa, Maraş, Yanya ve Suriye valiliklerine sürülmüş an¬cak çok kısa bir sürede yeniden görevinin başına dönmeyi başarmıştır.

Mecelle Cemiyeti her ne kadar bir çalışma prensibi kabul etmemiş ise de yer verilen hükümlerden ve esbâb-ı mûcibeden hareketle bazı tespitler yapılabilir. Her şeyden önce cemiyet ne sistem ne de metot açısından herhangi bir Batı medeni kanununu örnek almamıştır. Tamamen fıkıh ve fetva kitaplarının sistem ve metoduna bağlı kalmıştır.

Mecelle, Hanefi mezhebine bağlı kalınarak hazırlanmıştır. Başka mezhep hukukçularının görüşleri tartışma konusu yapılsa bile Hanefi mezhebinin dışına çıkılmamıştır. Hatta Hanefi mezhebi içerisinde dahi, fetvahanece muteber olan görüşlerin dışına çıkılmamaya gayret edilmiştir. Bu kuralın dışına çıkıldığında ilgili kitabın esbâb-ı mûcibe mazbatasında uzun izahatlar yapılmak durumunda kalınmıştır.

Mecellenin Hazırlanışı ve Kanunlaşması
Mecelle Cemiyeti, Mecelleyi bir bütün olarak değil, kitaplar şeklinde hazırlamış ve yürürlüğe girmesini sağlamıştır. Cemiyetin, bu usulü bilinçli bir şekilde tercih ettiğini söylemek gerekir. Çünkü yukarıda da değinildiği üzere, Mecellenin hazırlanmasına, tartışmalı bir ortamda başlanmış, devletin ileri gelenleri ve özellikle Sadrazam Âli Paşanın Fransız Kod Sivil’ini tercüme ettirip Osmanlı medeni kanunu olarak benimseme çabaları karşısında Cevdet Paşanın ahkâm-ı fıkhıyeyi derleme fikrini savunması ve bu fikrin çoğunluk kazanması sonucu böyle bir kanun hazırlanmasına girişilmiştir. Geniş bir uygulama birikimine sahip, ihtilaflı konuları içiren ve daha da önemlisi, o zamana kadar kanun amaçlı derlenmemiş olan ahkâm-ı fıkhıyeden kısa sürede bir medeni kanun çıkarmak oldukça güçtü. Süre uzadıkça bunu fırsat bilen karşı fikrin savunucuları Kod Sivil’i tercüme ettirip medeni kanun olarak benimseyebilirlerdi. Diğer taraftan Batılı devletler söz konusu fikir sahiplerini destekliyor hatta Osmanlı Devleti’ne bir Batı medeni kanununu benimsemesi için baskı yapıyorlardı. Ayrıca devrin şeyhülislamı ahkâm-ı fıkhıyeyi ilgilendiren bir konuda Meşihatın değil de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin görevlendirilmesine, usule aykırı olduğu gerekçesiyle, karşı çıkmaktaydı. Bu sebeple, söz konusu cemiyetin bir medeni kanun hazırlamasına açıktan olmasa bile gizliden engel olmaya çalışmıştır. Hatta cemiyetin çalışmalarını engellemek için cemiyet başkanı Cevdet Paşanın bu görevden alınarak değişik yerlere vali olarak atanmasında, devrin şeyhülislamının da etkisi olduğu bilinmektedir. Bu sebeple Mecelle Cemiyeti’nin Mecelleyi bir bütün olarak değil de kitaplar şeklinde hazırlamakla o zaman için realist ve pragmatist bir yol izlediği ve Mecellenin ortaya çıkmasında bu usulün önemli bir katkısı olduğunu belirtmek gerekir.

Mecellenin Hazırlanma Süresi
Cemiyet, 1868-1876 tarihleri arasında her akid ya da konuyu bir kitap şeklinde hazırlamış ve 16 kitap ve 1851 maddeden oluşan Mecelleyi hazırlamıştır. Mecellede akitlere, haksız fiillere, şahsın hukukuna, aynî haklara ve hukuk muhakemeleri usulüne ait olmak üzere çeşitli hükümlere yer verilmişti. Mecelle Cemiyeti, aslında 16. kitaptan sonra dağılmamış, aile, miras, vasiyet, vesayet, vakıf gibi hususları hazırlamaya devam etmiştir. Ancak bu hususlar kanunlaşamadan Mecelle Cemiyeti’nin toplantıları tatil edilmiştir.
Mecelle Cemiyeti, medeni kanun ihtiyacını karşılayacak bir kanun hazırlamanın yanında ilmi bir kurul olarak sadaret, nezaretler ve diğer devlet daireleri hatta şeyhülislamlığa (meşihat) dahi danışmanlık da yapmıştır. Yine söz konusu cemiyet, Mecellenin eksik kalan veya anlaşılamayan maddelerinin tadili ile ilgili çalışmalar da yürütmüştür.

II. Abdülhamid ve Mecelle Cemiyeti
II. Abdülhamid padişah olduğu zaman Mecelle Cemiyeti çalışmalarına devam ediyordu. Sultan, cemiyetin çalışmaları ile yakından ilgilenmiş hatta bu hususta Cevdet Paşadan bir rapor istemiştir. Cevdet Paşa söz konusu raporunda Mecellenin hazırlanış sebeplerinden medeni kanun girişimlerine kadar birçok mesele üzerinde durmuştur. Mecellenin hazırlanış sebepleri ve bu hususta çekilen zorlukları raporunda özetlemiş ve Mecellenin uygu¬lanmasında görülen aksaklıkların giderilmesi için bir kısım nizamnameler hazırladığı ve Sadaret, Nezaretler ve Defter-i Hâkânî tarafından bir kısım meselelerin Mecelle Cemiyeti’ne danışıldığından söz ederek haftada bir gün toplandığı ve müzakerelerden sonra üyelerin asıl görevlerine döndüğünü ifade etmiştir. Raporda cemiyet ile ilgili olarak herhangi bir olumsuz görüşe yer verilmemiştir.

II. Abdülhamid, ayrıca eski Sadrazamlardan Küçük Said Paşadan da bir rapor istemiştir. Said Paşanın raporu adeta Cevdet Paşanın raporunu baştan sona tekzip için hazırlanmış gibidir. Mesela Mecelle Cemiyeti’nin sadece Nizamiye Mahkemelerinde görülecek olan davalar için gerekli olan ka¬nunları hazırlamak maksadıyla geçici olarak kurulduğunu ifade etmektedir. Oysa Mecellenin hem şer’iye hem de Nizamiye Mahkemelerinde uygulanmak üzere hazırlandığı bilinmektedir. Gerçekten Nizamiye Mahkemeleri özel, şer’iye mahkemeleri ise genel yetkili mahkemelerdi. Başka bir ifade ile Nizamiye Mahkemeleri, şer’i hukuka göre çözülmesi gereken davalarda karar vermeye yetkili olmayıp, sadece Mecellede ve Ticaret Kanununda düzenlenen hususlarda karar verebilirlerdi. Oysa şer’iye mahkemeleri bütün özel hukuk alanında karar vermeye yetkili idiler. Bu sebeple Nizamiye Mahkemelerinde görülmesi gereken bir davaya şer’iye mahkemelerinde bakılması mümkün olduğu halde, şer’iye mahkemelerinde görülmesi gereken bir davaya Nizamiye Mahkemelerinde bakılamıyordu. Vakıa Said Paşa iki mahkeme arasındaki görev ilişkisini bilmiyor da olabilir.

Yine Said Paşa, Mecelle Cemiyeti’nin Mecellenin son kitabını 1876 yılında tamamladığını ve 1879 yılında da senetlerin düzenlenmesi ile ilgili talimatı kaleme aldığını, böylece görevinin sona erdiğini belirtiyor. Oysa Cevdet Paşanın raporunda da belirtildiği üzere Cemiyet’in hazırlamayı planladığı hususlar bulunmaktadır ve çok yavaş da olsa cemiyet bunlara ilgili çalışmaları sürdürmektedir.

Yine Said Paşa raporunda Bakanlıklar, Bakanlar Kurulu ve Defter-i Hakani tarafından gerekli görülen meselelerde bu cemiyete danışılacağına dair alınmış bir karar olmadığını belirtmektedir. Said Paşa her ne kadar raporunda aksini belirtse de Fransız Medeni Kanun’un iktibası taraftarıdır. Bu amaca ulaşmak için kendisine verilen fırsatı iyi değerlendirmiş ve Mecelle Cemiyeti’nin sona erdirilmesine zemin hazırlamıştır.

Cemiyetteki üyelerin sürekli değiştiği bu değişikliklerin üyeler arasındaki fikir birliğini bozduğu, bu sebeple cemiyetin çalışmalarının yavaşladığı haftada sadece bir güne hatta birkaç saate indiği bir gerçektir. Ayrıca bu sırada II. Abdülhamid’e de cemiyet ile ilgili devamlı şikâyetlerin geldiği de bilinmektedir.

II. Abdülhamid Mecelle Cemiyetini Tatil Etti
II. Abdülhamid Cevdet ve Said paşalardan aldığı raporlara istinat ederek cemiyetin toplantılarının tatiline karar vermiştir. Bu tarihten sonra cemiyet bir daha toplanamamış ve böylece Mecellenin tamamlanması ve Osmanlı devletinin bütün alanlarında fıkha uygun kanun yapılması da akamete uğramıştır.

Mecellenin İslam Hukukundaki Yeri ve Önemi
Mecelle, İslâm hukuk tarihinin ilk medeni kanunudur. Mecellenin ilk kanun olması onun kanunlaştığı tarihe kadar mevcut olmayan hususlara yer verdiği anlamına gelmemektedir. Bilakis Mecellede yüzyıllar boyunca müslümanlar tarafından uygulanan hükümler bir araya getirilmiştir. Dolayısıyla Mecelleye sadece Osmanlı Devleti’nin son döneminde uygulanan bir kanun nazarı ile bakılamaz.

Mecelle, içerisinden çıktığı toplumun öz kültürünün eseri olduğu için kaynağı itibariyle tamamen millî bir kanundur. Herhangi bir hukuk sisteminden alıntı olmadığı gibi etkilenme dahi olmamıştır. Bu sebeple yürürlüğe girdiği andan itibaren toplum hayatına uymakta herhangi bir güçlüğe ve sistem değişikliğine sebep olmamıştır.

Mecellenin Uygulandığı Ülkeler
Mecelle ile içtihat kurumunu yeniden canlanmıştır. Gerçekten Mecelle ile İslâm Hukuku’nda taklit devrini kapatılarak yeni bir içtihat devri açılmıştır. Bilindiği üzere hicrî dördüncü asrın ortalarından Mecellenin hazırlanmaya başladığı tarihe kadar olan devrede İslâm hukukçuları çeşitli gerekçelerle içtihat etmekten kaçınmışlardır. Bu sebeple söz konusu dönem taklit devri olarak bilinir. Mecelle ile içtihat kurumu yeniden canlanmış ve İslâm Hukuku’nun ihtilaflı görüşlerden arındırılarak modern kanunlar şeklinde tanzim edilmesi yolu açılmıştır. Bu sebeple Mecelle, İslâm devletlerinde şer’î hukukun kanunlaştırılması devrinin başlangıcını oluşturur. Gerçekten Mecelle, hazırlandığı tarihte Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hicaz, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin’de de medeni kanun olarak uygulanmaya başlanmıştır. Söz konusu devletler, Osmanlı Devleti’nden bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra da uzun süre Mecelleyi uygulamaya devam etmişlerdir. Ayrıca Mecelle günümüzde bir kısım İslâm devletlerinin medeni kanunlarına önemli ölçüde kaynaklık etmiştir. Hatta Bulgaristan dahi bağımsızlığına kavuşurken yaptığı kanunlarında Mecelleden yararlanmıştır. Dolayısıyla Mecelle bu açıdan milli olduğu kadar beynelmilel bir kanun olarak kabul edilmelidir. Ayrıca Mecelle başta Arapça, İngilizce, Fransızca ve Rumca olmak üzere birçok lisana çevrilmiş hukuk dünyasında derin izler bırakmıştır.

Mecellenin İçeriği
Mecellede Örf ve Adete Verilen Değer
Mecellede, şer’î hukukun kaynakları arasında yer alan örf ve âdetlere gereken değer verilmiştir. Şu maddeler bu hususu açıkça göstermektedir: İnsanların bir şeyi sürekli yapmaları o şeyin âdet olduğunu gösterir (m. 37, 41). Bu sebeple âdet, anlaşmazlıkları çözen hakem (kabul edilmeli)dir (m.36). Aynı gerekçe ile örfen yasak şey nas ile yasaklanmış gibidir (m. 38, 45). Keza örf gereği bilinen şey sözleşme sırasında belirtilmese dahi şart kılınmış gibidir (m. 43).

Mecelle Fıkıh ve Fetva Kitaplarının Kanun Metni Haline Gelmiş Şeklidir
Mecelle, İslam hukukuna kanunlaştırma sistem ve tekniği açısından bir başlangıç oluşturmuştur. Her ne kadar Mecelle, fıkıh ve fetva kitaplarının özetinden ibaret ise de söz konusu eserlerin sistem ve tekniğine bağlı kalınmadan hazırlanmış, yeni bir sistem ve teknik geliştirilmiştir. Mecellede, o zamana kadar taharet ile başlayıp ibâdât ile devam eden muâmelât, münâkehât ve ukûbâtı karışık bir şekilde inceleyen fıkıh ve fetva kitaplarının aksine, satım akdi ile başlanarak sadece akitlere, eşya hukukuna ve usul hukuku hükümlerine yer verilmiştir. Fıkıh kitaplarının geleneğine bağlı kalmakla birlikte İslâm hukuk tarihinde ilk defa ibâdâtı diğer hususlardan ayırmıştır. Ayrıca sadece ibâdâtı muâmelâttan ayırmakla kalmamış sistemli bir şekilde kamu-özel hukuk ayrımında tamamen özel hukuk alanına yönelmiştir. Bilindiği üzere o zamana kadar fıkıh kitapları ceza, medeni, borçlar hukuku ayrımı yapmadan konuları işlemişlerdir.

Mecelle Medeni Kanun Olarak Eksik Görülebilir
Bütün sayılan güzelliklerine rağmen Mecelle her açıdan mükemmel bir kanun değildir. O devir medeni kanunları ile karşılaştırıldığında bir kısım eksikliklerinin olduğunu da muhakkaktır. Meselâ Mecellede normal medeni kanunlarda bulunan şahsın hukuku ile eşya hukukuna kısmen, aile ve miras hukukuna ise hiç yer verilmemiştir. Buna mukabil, medeni kanunda bulunması gerekmeyen yargılama usulüne ilişkin hükümler Mecelleye alınmıştır.
Mecellede, medeni kanunlarda bulunan bir kısım meselelerin eksik bırakılmasının çeşitli sebepleri olduğunu söylememiz gerekiyor. Bunların başında şüphesiz fıkhın ayrımı gelmektedir. Çünkü fıkıh kitaplarında muâmelât ve münakehât ayrı başlıklar altında incelenmekte, usul hukuku muâmelât içerisinde kalmaktadır. Mecelleyi hazırlayanların da fıkhın bu geleneğini devam ettirdikleri söylenebilir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki Mecelle hem Nizamiye hem de Şer’iye mahkemelerinde uygulanmak üzere hazırlanmıştır. Hatta daha çok Nizamiye Mahkemelerinde uygulanmak üzere hazırlandığını söylemek gerekir. Çünkü söz konusu mahkemelerin görevleri Mecellede düzenlenen hususlarla sınırlıdır. Şahıs, aile ve miras hukuku ile ilgili meselelere ise, şer’iye mahkemeleri bakmaya devam etmişlerdir. Mecellenin hazırlanması için çalışan Cevdet Paşanın, Nizamiye Mahkemelerinin temyiz yeri olan Divân-ı Ahkâm-ı Adliye’nin başkanı olduğu nazara alınırsa, öncelikle Nizamiye Mahkemelerinin ihtiyaçlarını gidermeye çalışması normal karşılanmalıdır.

İkinci olarak, şahıs, aile ve miras hukuku alanlarında borçlar hukuku kadar acil bir kanunlaştırmaya ihtiyaç duyulmadığı söylenebilir. Gerçekten Mecellenin esbâb-ı mûcibesinde belirtildiği üzere, ticarî işlemler çok gelişmiş olduğundan özel olarak ticaret kanunlarında düzenlenmeyen hususlarda borçlar hukukuna müracaat etmek gerektiğinde hakimlerin başvurabilecekleri bir kanunun acilen yapılması gerekmiştir. Bilindiği üzere, ticaret kanunları Fransa’dan alınmıştı. Ticaret kanununda düzenlenmeyen hususlarda Fransız kanunlarına müracaat edilse, o kanunlar Osmanlı Devleti’nde kabul edilip yürürlüğe konulmadığı için bu mümkün olmuyordu. Fıkıh kitaplarına müracaat edilsin denilse, Nizamiye Mahkemesi hakimleri böyle bir bilgiye sahip değillerdi. Bu sebeple normal bir medeni kanun sistemi izlenmeden, öncelikle, acil ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmıştır.

Evlenme Akdi Diğer Akitlerden Daha Kutsal Değildir
Bir kısım müsteşrikler Mecellede aile hukukuna yer verilmemesini bu hukukun kanunlaştırılması caiz görülmeyecek kadar kutsal ol¬masında aramışlardır. Fıkıh ve fetva kitaplarında aile hukukunun, borçlar, eşya ve usul hukukundan daha kutsal olduğuna ilişkin herhangi bir delil yoktur. Nitekim yarım asır sonra da olsa aile hukuku kanunlaştırılmıştır. Ayrıca esbâb-ı mûcibede de belirtildiği üzere, Mecellenin hazırlanış sebeplerinden birisi de bütün konuları içeren bir medeni kanun ortaya koymaktan çok, o anda mevcut sıkıntıları gidermektir. Dolayısıyla Cevdet Paşanın Mecellede göz önünde bulundurduğu birinci hedefin, hazırladığı kanunun bütünlüğünü sağlamaktan ziyade, o sırada duyulan ihtiyacı gi¬dermek olduğu, devrin hukukî şartlarına bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Bu sebeple medeni kanun olarak hazırlanan Mecelleye bu kanunda bulunmaması gereken fakat düzenlenmesine acil ihtiyaç duyulan usul hukukuyla ilgili hükümleri de almıştır. Cevdet Paşanın burada devrin ihtiyaçlarını dikkate alan faydacı bir yaklaşım sergilediğini vurgulamak gerekir. Bu da o dönemin şartları dikkate alınınca hukuki realiteye uygun düşmektedir.

Mecellede Din Ayrımı Yapılmayan Konulara Yer Verilmiştir
Mecellede, din ayrımı yapılmadan bütün Osmanlı vatandaşlarına uygulanacak hükümlere yer verilmiştir. Bilindiği üzere şahıs, aile ve miras gibi şahsın hukukuna ilişkin hususlarda her din ve mezhep kendi kurallarını uyguluyordu. Bu sebeple sözü geçen hususlarda bütün din ve mezhep mensuplarına uygulanacak hükümler koymanın o devirde büyük tepki çekeceği önceden kestirilmiştir. Dolayısıyla Mecelleyi hazırlayanların öncelikle ka¬muoyunda fazla tepki görmeyecek konulara yöneldikleri söylenebilir. Yani Mecelle hazırlanırken ince bir hukuk siyaseti gözetilmiştir.

Mecelle Cemiyetinin Amacı Şer’i Hukuk Külliyatı Hazırlamaktı
Mecelle Cemiyeti’nin bugün Mecelle olarak bilinen hususları tamamladıktan sonra hemen dağılmadığı, o anda gerekli görülen kasame, senet¬lerin düzenlenmesi gibi hususlarda da çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Hatta cemiyetin üyelerinden bir kısmı vakıflar, diyât ve istihkâk gibi konulardaki çalışmalarını bir süre daha sürdürmüşlerdir. Buradan Mecelle Cemiyeti’nin Mecellenin eksikliklerini tamamlamak için çalıştığı sonucuna varılabilir. Ayrıca o devirde Mecellenin şer’i ceza hukukunu da içine alacak şekilde tamamlanarak âdeta şer’i hukuk mevzuatı haline getirilmesini isteyenler de olmuştur.

Mecelle Hem Kanun Hem de Hukuk Kitabı Vazifesi Görmüştür
Mecelle hem bir kanun hem de hukuk kitabı vazifesi görmüştür. Kanunlaştırmalarda genelde soyut (mücerret) ve kazüist (meseleci) olmak üzere iki metot izlenir. Mücerret metoda göre, kanunlar genel kurallardır, onlardan her şeyi düzenlemeleri beklenemez. Çünkü hayat ve hayata bağlı olarak da olaylar devamlı bir değişim içerisindedir. Üstelik her olayın mutlak surette farklı yönleri vardır. Yani birbirinin tıpkısı olaylar bulmak hemen hemen imkânsızdır. Bu sebeple hâkimler, hukuk mantıklarını kullanarak kanunların ruhunu, örf ve âdeti nazara alarak kanunları tatbik etmelidirler.

Meseleci metotta ise, kanun, hayatta karşılaşılması muhtemel bütün ihti¬malleri göz önüne alınarak hazırlanır. Bütün hukuk sistemlerinde olduğu gibi İslâm Hukuku’nun oluşumunda da meseleci metot kullanılmıştır. Başka bir ifade ile hayatta karşılaşılan her mesele, müçtehit hukukçulara sorularak cevabı alınmış ve bunlar zamanla İslâm Hukuku külliyatlarını meydana getirmiştir. Buna bağlı olarak da fıkıh ve fetva kitapları meseleci metotla kaleme alınmıştır. Mecellede ise hükümlerin önemli bir kısmının mücerret metotla kaleme alındığı fakat bu hükümleri açıklayan örneklerin tamamen kazüist yöntem olduğunu belirtmemiz gerekir. Ayrıca başlangıçta hukukun genel prensipleri şeklinde kavaid-i fıkhıyeye yer verilmiştir. Yine satım akdi esas alınarak akitlerin İslâm Hukuku’ndaki tasnifi yapılmış, böylece hem misal hem de hüküm bir arada işlenmeye çalışılmıştır. Mesela mün’akit, fâsit, nâfiz, bâtıl akit tipleri sadece satım akdinde fakat bütün akitleri içerecek şekilde ele alınmıştır. Her akdin başında kavram ve tariflerle birlikte hükümlerin örneklerle açıklanması açısından meseleci metodu benimsediği söylenebilirse de hükümlerinin çoğunluğu mücerret metoda uygundur. Bu sebeple Mecelle de karma bir metot benimsediği söylenebilir.

Mecelle hazırlanırken bu şekilde bir sitemin benimsenmesinin sebebini devrin özelliği ve Mecellenin yüklendiği misyonda aramak gerekir. İlk kitabının mazbatasında da belirtildiği üzere, özellikle kavâid-i fıkhıye ile hem hâkimlere ve idari memurlara uygulamada kolaylık hem de halkın işlerini mümkün olduğu kadar şeriata uydurmaları amaçlanmıştır. Maddelerin misallerle açıklanması ile de yanlış anlaşılma ve uygulamalara meydan vermemek için bir bakıma maddeler şerh edilmiştir. Dolayısıyla Mecelle şerhli bir kanun olup aynı zamanda bir hukuk kitabı vazifesi görmesi de amaçlanmıştır. Çünkü Mecellenin uygulanacağı Nizamiye Mahkemelerine hâkim yetersizliğinden dolayı, başkanı dışında hukukçu olmayan üyeler atanmıştır. Ayrıca o dönemde medreselerin de nitelikli hâkim yetiştirdiği söylenemez.

Diğer taraftan o tarihte hem fıkhi birikimimizde hem de dünyada örnek alınabilecek örnek sayısı oldukça sınırlıdır. Mesela 60 bin maddeden oluşan 1832 tarihli Çarlık Rusya Kanunu ve 17 bin maddeden oluşan Prusya Eyaletleri Genel Kanunu hep meseleci metotla hazırlanmışlardır. Yani bu metot o zamanki dünya devletleri tarafından da kullanılmaktadır. Roma Hukuku o tarihlerde dağınık bir durumdadır. Mücerret metotla kaleme alınmış sadece Fransız Medeni Kanunu vardır. Mecellenin bu kanunun iktibasına bir tepki olarak hazırlandığı düşünülürse Mecelleyi hazırlayanların söz konusu kanundan yararlanmamalarını normal karşılamak gerekir.

Netice olarak bütün bu sebepler olmasaydı, esbâb-ı mûcibe mazbatasında, İbn-i Nüceym’in açtığı mücerret metot çığırından sitayişle bahseden ve dirayetli hukukçular yetişmediği için bu metodun geliştirilerek devam ettiremediğinden şikâyet edenlerin Mecelleyi mücerret metotla hazırlamamaları için bir sebep olmadığı söylenebilir.

Mecellenin Dili
Mecelle, hukuk lisanımıza önemli katkı sağlamıştır. Kaleme alındığı devir göz önünde bulundurulduğu takdirde Mecellenin lisanı, sade, basit ve anlaşılır niteliktedir. O devirde az-çok hukukî lisana aşina olan bir kimsenin Mecelleyi rahatlıkla anlayamaması için hiçbir sebep yoktur. Maddelerin misallerle açıklanmasının da anlaşılmayı kolaylaştırdığı muhakkaktır. Zaten esbâb-ı mûcibesinde “Binaen âlâ zâlik ihtilafâttan ârî ve yalnız akvâl-i muhtâreyi hâvî olmak üzere muâmelât-ı fıkha dâir sehlü’l-Me’haz bir kitap yapılsa herkes kolaylıkla mütala’a ederek muamelatını ona tatbik…” edebilirler denilerek, Mecellenin sadece mahkemelerde uygulanmak üzere değil, aynı zamanda halkın işlerini şer-i şerife uydurması için de yapıldığı belirtilmiştir. O, hukuk kitabı misyonu ile hukuk kültürünün yükselmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Konu ile ilgili olarak Abdurrahman Bey, “Cevdet Paşa’nın fıkh-ı İslâm’ı kanun olarak ted¬vin etmekte büyük bir hizmette bulunduğu cây-i inkâr değildir. Eğer Cevdet Paşa yetişip de fıkh-ı İslâm’ı taknin etmemiş olsaydı bugün ne hukukî ve ne de adlî bir lisan-ı milliye malik olacak değildik” demektedir.

Mecellenin Külli Kaideleri
Mecellede 99 adet genel hukuk kuralları (külli kaidelere) yer verilmiştir. Her biri ayet, hadis veya içtihada dayanan bu kuralların hem ezberlenmesi kolay hem de hukuk mantığının gelişmesine katkısı büyük olmuştur. Ayrıca bu kurallar sadece Mecellede yer verilen konularla da sınırlı kalmamış mümkün mertebe insanların hayatlarını dine uydurmaları için hukukun diğer alanlarını da içeren genel prensiplere de yer verilmiştir. Misal kabilinden birkaçını burada zikretmek gerekir:
“Şek ile yakîn zail olmaz” (m. 4); “Kadîm kıdemi üzerine terk olunur” (m. 6); “Zarar kadîm olmaz” (m. 7); Beraat-ı zimmet asıldır (m. 8); Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” (m. 14); “İçtihat ile içtihat nakz olunmaz” (m. 16); “Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur” (m. 29); “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” (m. 39); “Raiyye yani tebaa üzerine tasarruf maslahata menuttur” (m. 58) gibi.

Mecellenin Eksikliklerini Giderme Çalışmaları
Yukarıda da ifade edildiği üzere günümüz medeni kanunları esas alındığında Mecelle bazı açılardan eksik görülebilir. O dönemde de genel olarak Fransız medeni kanununu iktibas etme taraftarları, Mecelleyi eksik ve resmi mezhebe bağlı kaldığı için zamanın ihtiyaçlarını karşılayamadığı gerekçesiyle tenkit etmişlerdir. Bu tenkitler özellikle II. Meşrutiyetten sonra daha da artmıştır. Bunun sonucunda söz konusu eksikliklerin giderilmesi hususunda fikir birliğine varılmıştır. Ancak bu defa eksikliklerin giderilmesinde izlenecek metot hususunda tartışmalar başlamıştır. Mecelleyi en çok eleştirenlerden Celal Nuri, “Bir kanun-i medeni tedvin edeceğimize Mecelleyi ıslah maddesi cidden pek mühimdir. Mecelle kabil-i tadil midir? Buna evet cevabını vermekte bir an tereddüt etmeyiz. “İslâm’da vücub-ı teceddüt” unvanlı silsile-i tetkikatımda, kezalik gelecek hafta intişar ede¬cek “İttihad-ı İslâm” isimli cildimde şeriat-ı Ahmediye’nin pek müsait, pek suhuletbahş olduğundan bahisle kavaid-i külliye-i fıkhıyeye istinaden her türlü ıslahatı icra edebileceğimizi ispat ettim… O halde kavaid-i külliyeye ibtinaen Mecelleyi istediğimiz gibi, ahval ve ihtiyacat-ı asriyeye son derece muvafık bir surette tadil ve tashih edebilir isek pek âlâ olur. Bu şart ile sözümü geri alırım. Zaten Kod Napolyon denilen hukuk-ı medeniye kanunu el-yevm eskimiştir. Hususiyle kadın hakkındaki ahkâmı, barbar asırların bir mirasıdır. Eğer biz Kod Napolyon’daki iyi ahkâmı, anın haricinde sair kavanin-i garbiyedeki Ahkâm-ı mü-nasebeyi alub kavaid-i külliye-i fıkhıyeye tevfikan Mecelleye derç eder isek ne nimet!” diyerek Mecellenin eksikliklerinin tamamlanmasının gerekli ve yeterli olduğunu, yeni bir kanun yapmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Yine yıllarca Mecelle okutmuş ve Mecelleyi eleştirmiş olan Mustafa Asım da bu konuda Celal Nuri ile aynı fikirdedir. O’na göre, “Hukuk-ı medeniyemizin tadil ve ıslahında nazar-ı dikkatte tutulacak esas, evvela ihtiyaçlar olmalı. Saniyen, tatmin-i ihtiyacımız için tanzim edilecek mevaddın mehazları hasr ve takyit edilmeli. Salisen, bazı sabit ve lâyetegayyer add olunan kavaidden inhiraf olunmalıdır. Meselâ Mecelle ahkâmına nazaran şart ile bey’ caizdir. Fakat bunu takyit eden kaide “şartlara ancak bikaderi’l-imkan müraat olunur” esasıdır. Şartın cevazına suret-i mutlakada muharrer bulunan “El-Müs¬limûne inde şurutihim” hadis-i şerifi delalet eylediği halde eimme-i Hanefiyye -ki bu görüş esas alınmıştır- hadisi şerifte muharrer lafz-ı âmmı tahsis ve kıyas ile bazı şurutun zikrini bilistisna, şurutu, câiz, fasit ve lağvolarak üç kısma taksim etmişler ve bu şerait vücuduyla tarafeyn arasında inikat bulan akdi de aynı hükme tabi kılmışlardır. Hâlbuki reyimce şart ile bey’ caiz olmalıdır. Çünkü ihtiyac-ı nas bunu müeddidir. Fakat şartı üçe taksim ederek akdi de onlara tabi kılmak Celal Nuri beyefendinin dediği gibi doğru değildir. Memlekette cari ka¬vanine ve adâb-ı umumiyeye muğayir olmamak suretiyle tarafeyn-i akideyn arasında zikredilen her şart muteberdir demelidir.”.

Sonuçta Mecellenin tamamen yürürlükten kaldırılarak yeni bir medeni kanun yapılması yerine, zamanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde tadil ve tamamlanması düşüncesi ağırlık kazanmış ve çalışmalar bu yönde başlamıştır.

Bu konuda çalışmalar yapmak üzere 1916 yılında komisyonlar oluşturulmuş ve her biri yukarıda yer verilen görüşler çerçevesinde çalışmalara başlamışlardır. Mecelledeki eksiklikleri gidermek için diğer mezheplere müracaat dahi yeterli görülmeyip bütün medeni milletlerin kanunlarından istifade gibi yaklaşım sergilenmiştir. On yıllık zaman diliminde sadece Hukuk-ı Aile Kararnamesi adı ile aile kanunu hazırlanarak yürürlüğe konabilmiş diğer çalışmalar sadece gazete sütunlarında kalmıştır. Aile kararnamesinde de dört mezhebin görüşlerinden yararlanılmakla yetinilmemiş diğer dinlerin aile hukuku hükümleri de kanunlaştırılmıştır. Teorik açıdan çok ideal görülen bu husus hem muhafazakâr çevrelerden hem de diğer din mensuplarından çok eleştiri almış ve bir buçuk yıl gibi kısa süre sonra yürürlükten kaldırılmak durumunda kalınmıştır.

Sonuç Yerine
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, 1868-1876 yılları arasında kitaplar şeklinde hazırlanarak yürürlüğe gir¬miş olan İslâm özel hukukunun bir kısmının düzenleyen bir kanundur. Mecelle hazırlanmadan önce İslam ülkelerinde medeni kanun ihtiyacı, fıkıh ve fetva kitapları ile karşılanmıştır. Fakat zamanla mevzuatın artması ve dağınık vaziyette bulunması, hayatın değişmesi ve gelişmesi sonucu ihtiyaçları karşılayacak yeni içtihatlara gerek duyulması, Tanzimat Fermanı’ndan sonraki kanunlaştırma hareketleri ve adliye teşkilatındaki gelişmeler ve Batı’nın da etkisi ile Osmanlı Devleti’nde bir medeni kanun kabulüne ihtiyaç duyulmuş ve bu doğrultuda çalışmalar yapılarak Mecelle ortaya çıkmıştır. Mecelleyi hazırlayan komisyon olan Mecelle Cemiyeti’nin toplantıları II. Abdülhamid tarafından tatil edilmiştir. Bu nedenle İslamcı bir padişahın İslam hukukunu kanun haline getirmeye çalışan bir komisyonu daha aktif hale getirmek yerine toplantılarını tatil etmesi ilginçtir. Elbette ki bunun tarihi ve siyasi sebepleri vardır.

Mecelle, birçok yenilik getirmesine rağmen bazı yönlerden tenkit edilebilir. Klasik fıkıh sistemi yerine modern medeni kanun sistemini benimsese belki daha isabetli olabilirdi. Ayrıca tekrarlar ve tarifler maddelerinin sayısını artırmıştır. Mecellenin eksiklerini gidermek için II. Abdülhamid’den sonra kurulan komisyonların çalışmalarından bir verim alınamamıştır. Dolayısıyla siyasi açıdan oldukça karmaşık bir dönemde 16 kitap ve toplam 1851 maddeden oluşan Mecelle 57 yıl yürürlükte kalmış ve gerek dünya gerekse İslam hukuk tarihinde derin izler bırakmıştır.

Semadan inen sofra yüce Kur’an | Prof. Dr. Muhittin Akgül

Yeryüzü her devirde İlahi mesaja muhatap olmuş ve Yüce Yaratıcı her devirde insanlığa mesajlarını peygamberlerine gönderdiği bu beyanlarla ulaştırmıştır. Âdem Nebi’den son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar çeşitli dönemlerde sahifeler ve kitaplar gelmiş ve bunların sonuncusu da Evrensel İlahi Kitap Kur’ân-ı Kerîm olmuştur. Kur’ân, vahiy yoluyla Hz. Muhammed’e (s.a.v) indirilmiş, Mushaflarda yazılmış, tevâtürle nakledilmiş, okunmasıyla ibâdet edilen mu’cizevi özelliği olan ilâhi kelamdır.

Kur’ân, kâinat kitabının bir tercümesidir. Onsuz varlık bir kaostan ibarettir ve varlıkların bir anlamı da yoktur. İnsan, o ışıktan mahrum olduğunda, ne olduğunu, nereden geldiğini ve ne olacağını dahi bilememektedir. Kur’ân, bize etrafımızda olan şeylerin anlamını okur. Bu okumayla bizler bütün bir kainatla adeta kardeş olur ve konuşuruz. Anlamadığımız dilleri, çözemediğimiz meseleleri bizlere en açık ve doyurucu bir şekilde çözer. Sadece bu alemde değil, herkesin mutlaka gideceği dünya ötesi hayatla ilgili rahatlatıcı ve doyurucu bilgilerin tamamını da yine bize o verir.

Kur’ân bizlere, her akıl sahibinin mutlaka inanma zarureti hissettiği Şan-ı Yüce Yaratıcı hakkında tam ve eksiksiz bilgiler sunar. Allâh’ın isimleri, sıfatları ve fiillerini anlatır. Meydana gelmiş ve gelecek olayları haber verir. Doğuştan itibaren eğitime muhtaç insanı, gerçek ve yanıltmayan ilkelerle eğitir. İnsanlığa her şeyi açık ve net bir şekilde anlatır, öğretmenlik yapar ve gerçek mutluluğun yollarını gösterir. Özetle Kur’ân, bütün insanlığın her türlü manevî ve fikrî ihtiyaçlarına kaynak olacak kitapları ihtiva eden kutlu ve yüce bir kitaptır.

O, doğru ile yanlışı ayırt eden bir ölçüdür. Kim O’nun dışında bir hidayet ararsa Allah o kimseyi saptırır. Zira o, Allah’ın en sağlam ipidir. O, hikmet edalı hatırlatan bir beyan.. ve Hakk’a ulaştıran bir yoldur. O, kendisine uyanları değişik arzulara takılıp kaymaktan, kendisini okuyan dilleri de yanlışlıklardan korur. Alimler hiçbir zaman ona doyamaz.. Onu çokça tekrar okuyana usanç vermez ve tadını eksiltmez. Onun insanlarda hayret uyaran yanlarının sonu gelmez. O’nun üslubuyla konuşan doğruyu konuşmuş olur. O’nunla amel eden mutlaka mükafat görür. Kim onunla  hüküm verirse  adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur.

Kur’ân, gerek yaşantımızda, gerekse vicdanlarımızda yerleştirdiği prensiplerle, hayatın bütün yönlerini içine alacak şekilde gayet açık bir metot ortaya koymuştur. Öyle orijinal bir metot ki, insanlık daha önce onun benzerini görmemiştir. İnsanlığa, madde ve manada daha önce hiç bir sistemin vermediğini vermiştir. Aynı zamanda geçici ve bölgesel peygamberlik devri onunla sona ermiş, herkesi içine alan zaman-mekan bakımından evrensel peygamberlik müessesesi onunla başlamış ve onunla kıyâmete kadar devam edecektir.

Kur’ân’ı okumakla insan, Yaratıcısına muhatap olma gibi elde edilecek makamların en üstününü yakalamış olur. Böyle bir konumun şuurunda olan insan ise, okuduğu Kur’ân’la Rabb’ini dinler ve Rabb’iyle konuşur. Kur’ân-ı Kerîm, mükemmel bir nasihatçi, maddi-manevi hastalıklara şifa, insanlığa yol gösterici bir rehber ve bir rahmettir.

Kur’ân, yalnızca insanların ölüm ötesi hayatlarını ilgilendiren hususları açıklayan, ibâdetler hakkında bilgi veren ve Yaratıcı’nın birliği ve varlığını ortaya koyan delilleri değil, aynı zamanda o, insanların dünyadaki mutluluklarını temin hususunda da yol gösterendir. Kur’ân, insanlar için en güzel bir nasihatçi, doğru bir yol gösterici ve kalplerin şifa kaynağıdır.

Kur’ân bütün insanlık için rehberdir. İnsan ne kadar ilerlerse ilerlesin, maddî olarak hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, Kur’ân’ın ona gösterdiği prensiplerden asla uzak kalması düşünülemez. Bu hidayet, toplumun sadece belirli bir kısmını değil, herkesi ilgilendiren, her seviyedeki insanın muhtaç olduğu, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesinin teminatı olarak inmiş bir hidayettir. Bu hidayetle insan, dünyada öğrenmesi gerekli şeyleri öğrenecek, bununla birlikte asıl maksadı da unutmayacaktır.

Kur’ân, insanları yolların en doğrusuna götürür. Gerek insanların kendileriyle olan münasebetlerinde, gerek insanların birbirleriyle olan münasebetlerinde ve gerekse devletlerarası münasebetlerde Kur’ân, en ideal ve mükemmel yolu gösterir. Çünkü Kur’ân, “Alîm” (her şeyi en ince detaylarına kadar bilen) ve “Habîr” (her şeyden haberdar olan) sıfatlarına sahip Allah’ın kelamıdır. İnsanların ortaya koyduğu, beşerî duygu ve düşüncenin içerisinde bulunduğu her şeyde bir eksikliğin olması en tabiidir. Bu, insan olmanın gereğidir. İnsanlığın, her dönemde yeni arayışlara girmesi de bunun en güzel bir göstergesidir. İşte bu anlamda Kur’ân, yolların en sağlamını, prensiplerin en uygununu ve içinde hiçbir eksikliğin olmadığı hükümleri ihtiva etme özelliğini tam ve eksiksiz olarak taşıyan biricik İlâhi Kitap’tır.

İlâhî kelam, öyle büyük bir te’sire sahiptir ki, okunmasıyla sadece insanlar değil, melekler de etkilenir ve onu dinlemek için gelir, okunan yer bir rahmet ve sekînet (huzur-güven) ortamına döner. Bütün toplumun Kur’ân’la içli-dışlı olduğu düşünülürse, böyle bir toplum, emniyet ve güvene, meleklerin korumasına lâyık bir kıvama gelmiş demektir. Hz. Peygamber (s.a.s) bu hususu şöyle ifade buyurur: “Bir topluluk Kur’ân’ı okuyup, onu aralarında müzakere etmek üzere Allah’ın evlerinden birinde bir araya toplandıklarında, mutlaka üzerlerine sekine yani manevi bir huzur iner ve onları Allah’ın rahmeti bürür. Melekler de onları kanatlarıyla sararlar. Allah Teâlâ da onları huzurunda bulunan yüce topluluğa (meleklere) anar.”

Kur’ân, okunduğu yere huzur, mutluluk ve bereket getirir. Okuyan kimselere sevinç verir. Gam ve tasalarını dağıtır, ümitsizliklerini siler, onları canlı ve aktif bir hale getirir. Her türlü vesvesenin o insanlardan ve okunan yerlerden kaçmasını sağlar. Cinnî ve insi şeytanlara karşı onları korur.

Yüce Yaratıcı’nın, rahmet vesilesi olarak gönderdiği İlâhî Kelam, okumamız ve anlamamız gerekli olan bir konuma sahiptir. O, hem dünya hem de âhiretimiz açısından kurtuluş vesilemizdir. Dünyada bizler için önemli bir nasihat, dertlerimize şifa, hidayet kaynağı ve rahmettir. İnsanlığın dertlerine reçete olup, onları en doğru yola iletir. Kur’ân’ın okunduğu yeri, melekler ziyaret eder ve orada huzur olur. Kur’ân’ın okunup anlaşılması, Allah katında insanlara üstünlük kazandırır. Kur’ân, kabirde bir nûr olur. Zorlanarak öğrenip okuyanın mükâfatı iki kat verilir. Okunan her harfi için, en az on sevap vardır. Kur’ân’dan uzaklaşılınca, Kur’ân âhirette kendisinden uzaklaşanlardan şikayetçi olur. Onu unutma büyük bir günah olup, emanete sahip çıkmama anlamına gelir. Kur’ân, insana ve topluma huzur ve güven getirir.

Kur’ân, semadan insanlığa sunulmuş İlâhî bir sofradır. O sofrada bulunmak, insanlar için zaruri bir ihtiyaçtır. Dünya-âhiret saâdeti ancak onunla elde edilebilir. Kur’ân’ın insana hem dünyada, hem de ukbâda kazandırdığı şeyleri, başka hiçbir kitap kazandıramaz.

Ancak ondan tam anlamıyla istifade için, bazı ölçülere dikkat etmek de şarttır. Bunların başında, Kur’ân’ın ne ve kimin sözü olduğunu hatırdan çıkarmamak, okumağa başlamadan önce maddî-manevî hazırlık yapmak, uygun bir zaman seçmek, onu her türlü ön yargıdan uzak bir düşünceyle okumak, tertille yani tane tane okumak, saygı içinde ve okuduğumuzu tam olarak düşünerek tilavette bulunmak, mümkünse okurken ağlayabilmek, güzel sesle okuyup, onun her âyetine kendimizi muhatap kabul etmek gelmektedir.

Prof. Dr. Muhittin Akgül

 

Ahlak Algımız Üzerine | Dr. Osman Bodur

Ahlak, gerek Müslüman toplumun gerekse de batı toplumunun üzerinde sıklıkla durduğu ve güncelliğini yitirmeyen bir kavram. Belki ahlaka yüklenen öznel yorumlarla, bu kavram belki de özde bilinen ve herkesçe müsellem olan bir hakikati ifade etse de farklı bakış açılarıyla neyin ahlaki olup olmadığı da sıkça değişmekte. O açıdan kavramın teolojik zeminine inerek meseleyi sathi de olsa satırlara dökmek oldukça zor ve bu yazının boyutunu aşacak cinsten. Bu sebeple ahlak algısını özellikle Kuran üzerinden ele almak istiyorum. Bu konuda Draz’a ait Kur’an ahlakına dair kaleme alınan kitabı da okuyucularımıza şiddetle tavsiye ederim.

Ahlak neye denir? Kim ahlaklıdır? Kişiden kişiye cevaplar değişse de asl olan dinin temel kaynaklarında ele alınan ve bize iletilen mesajlar, ahlakı anlayabilmemiz açısından kayda değerdir.

Dil bakımından seciye, karakter, tabiat ve huy manalarına gelen ahlak kelimesi, hem bireyin hem de toplumun inşasında önemli bir yer tutmaktadır.  Yaratmak manasına gelen halk kelimesiyle aynı kökten gelen bu kavram, manevi yönden kişinin gelişmesini, faziletlerle donanmasını haber vermektedir. Zahiri yaratmak halk; manevi olgunluk ise hulk ile ifade edilir. Allah insanı zahiren nasıl en ekmel ve müstesna yaratmış ise, insana düşen de iç dünyasını tıpkı zahiri gibi olgun, temiz ve manen yüce bir hale getirmeye çalışmaktır. Kelimenin bu etimolojik yapısından hareketle şunu söylemek gerekirse, insanda aslolan ahlaklı olmasıdır. Laahlaki tavır ve davranışlar insanın yaratılış keyfiyetine muvafık değildir.

Ne var ki günümüzde ahlak denince, dar bir anlam ifade edilmekte, kişinin dini yönden sağlam bir yaşantıya kavuşması öncelikli olarak algılanmaktadır. Ancak ayet ve hadislere bütünlük içerisine bakıldığı zaman, ahlakın çok daha genel bir durumu haber verdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Draz, tamamen ayetlerden hareketle ahlak kavramını kategorize etmiş, kavramın hayatın hemen her alanıyla alakasını ortaya koymuştur.

Özetle bu farklı tasnif hakkında kısaca durmak istiyorum:

  • Bireysel/Ferdi Ahlak: Kur’an’da ve onun tefsiri mahiyetindeki hadislerde bireye yüklenen temel ahlaki sorumluluklar vardır. Bunlardan en meşhuru, kişinin iffetli olması, doğru sözlü olması, öfkesini kontrol etmesi, başkaları hakkında zandan sakınması, iyilikte yarışma, kötü ve çirkin davranışlardan sakınmak, yalan ve nifaktan uzak durması vb. pek çok davranış, bireysel olarak fertten beklenen ahlaki sorumluluklardır.
  • Aile Ahlakı: Kişinin bireysel ahlakını en evvel göstermesi gereken yer ailesidir. Sosyal hayatta tanımadığı kimselere oldukça nazik davranabilen insan, hayatını, huzurunu ve üzüntüsünü paylaştığı ailesine kimi zaman sert olabilmektedir. Bu sebeple ahlak, aile içerisinde de kendisini göstermelidir. Kur’an’da bu husus birkaç açıdan ele alınır. İlk olarak kişinin atalarına, evlatlarına ve torunlarına karşı sorumlulukları vardır. Eşlerin birbirleriyle sağlıklı iletişim içerisinde olmaları, evliliğin sağlam temeller üzerine kurulması Kur’an’ın aile ahlakı adına bizden beklediği davranış modelidir. Aile ahlakının en önemli yanını ise yakın akrabalara karşı bir takım ödevler oluşturmaktadır. Bir kimsenin, hem kendi yakın akrabalarına hem de eşinin akrabalarına saygıyla muamele etme, onların gönüllerini kırmama ailenin uzun vadede huzur ve mutluluğa ermesi açısından kaçınılmazdır. Bir kimse elbette ki evinin huzurunu bozan kimseler var ise onlara mesafe koyabilir. Ama sebepsiz yere, eşinin akrabalarına karşı mesafe koymak, onlara saygıda kusur etmek, hem ailenin huzurunu bozar, hem de ailede yetişen çocukların sosyal çevre kazanmalarına engel olur.
    Aile ahlakı açısından mirasın da önemi büyüktür. Miras, uzun vadede kardeşler arasında fitne sebebi olabilmektedir. Bundan ötürü anne babaların miras taksiminde eşitliğe ve adalete özen göstermeleri, mümkün mertebe kaos ve kargaşadan uzak durmaları elzemdir.
  • Sosyal Ahlak: Kur’an’da en çok yer tutan ahlaki müeyyideler arasında sosyal ahlak yer tutar. Bu konuda hem yasaklar, hem emirler hem de sosyal hayatın olmazsa olmazı olan nezaket kurallarına fazlaca yer verilmiştir. Yetim mallarını yemek, ihanet, yalan şahitlik, gerçeği gizlemek, namus ve haysiyet ihlali, hâkimleri aldatmak, haksız eziyet ve zulüm sosyal ahlak adına Kur’an’da ki yasaklardan bazılarıdır. Emaneti sahibine vermek, akitleri meşru zeminde yapmak, evrensel sevgiye sahip olmak,  adaleti tesis etmek gibi ahlaki müeyyideler ise sosyal ahlak bağlamında ayetlerle emredilen bazı ilkelerdir. Toplantıyı terk ederken izin istemek, izinsiz bir başkasının yanına girmemek, alçak sesle konuşmak, selama en güzeliyle karşılık vermek, yumuşak sözlerle konuşmak gibi hususlarda Kur’an’da yer alan bazı nezaket kurallarıdır.
  • Devlet Ahlakı:Kur’an’da en dikkat çekici ahlak okumalarından birisi devlet ahlakıdır. Draz, devlet ahlakını temelde iki başlık altında incelemiştir: İlki başkanla halkın münasebetidir. Hem devleti yönetenin hem de halkın yapması gereken bazı sorumluluklar vardır.  Halka danışmak, alınan kararları uygulamak, adaleti tesis etmek, kamu hakkını korumak, kamudan sadece zenginleri faydalandırmamak, diğer din mensuplarına din ve inanç bakımından hürriyet tesis etmek devlet ahlakı bağlamında Kur’an’ın yöneticiye yüklediği sorumluluklardır. İdeal bir devlet düzeninde Kur’an, halka da bazı ahlaki sorumluluklar yüklemiştir. Disiplin, bir ideal etrafında birlik olmak, düzeni bozmaktan ve her türlü kargaşadan uzak olmak, düşmanla birlikte hareket etmekten sakınmak halka dair bazı ahlaki yükümlülüklerdir.
    Devlet ahlakının ikinci yanı ise dış münasebetlerdir. Devletin dış münasebetler konusunda takınması gereken tavır, normal zamanlar ve husumet zamanları olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Normal durumlarda evrensel barış üzerine diğer devletlerle ilişkileri düzenlemek, iyi komşuluk içerisinde olmak; husumet zamanların da ise akıllı ve mutedil hareket etmek, sabırlı olmak, diplomasiyi iyi işletmek gibi hususlar ahlaki bazı müeyyidelerdir.
  • Dini Ahlak: Dini ahlak denince ise, kişinin Allah’a karşı yapması gereken görevler buna dahildir.  Allah’a iman etmek, ibadetleri tam eda etmek, O’na güvenip dayanmak dini ahlaka dair Kur’an’da yer alan dini ahlaka dair örneklerdir. Özellikle Allah ile kul arasındaki  ilişkinin istenen seviyede olması, bu ahlakin geliştirilmesine bağlıdır. Ezcümle Draz’ın bu tasnifi, ahlak mefhumunun sadece din ve dini yaşayış etrafında şekillenmediğini göstermektedir. Allah ile irtibatını sağlam tutan bir insandan beklenen, bu davranışını hayatın bütün karelerinde temsil edebilmesidir.

Ahlak bir Müslümanın manen bedenini örten bir elbise gibidir. Bütündür. Parçalara ayrılmaz. Camide namazını eda edip dini ahlaka sahip olan bir bireyin, bu dini ahlaki, çarşıda pazarda, sosyal hayatta, aile hayatında ve devlet nizamında kendini göstermelidir.
Ahlakı, sadece dini alana ve şekilciliğe kurban etmek uygun değildir. Zahiren bir kimsenin çok dindar görüntü vermesi bizi yanıltmamalı, o kimsenin beşeri ilişkileri de önemlidir. “Din muameledir.” hadisi de bu anlamda teemmül edilmelidir.
Demek ki ahlak, Kur’an’da önce birey, daha sonra aile, akabinde sosyal hayat, sosyal hayattan sonra haliyle devlet ahlakı ve en sonda dini ahlakla şekillenen şümullü bir kavramdır. Bütün bunlar arasında ahenk ve uyum olmalıdır. Bütünlük olmadan bir yerde çok iyi, ama reelde sorunlar taşıyan bir ahlak düşüncesi ile toplumun ileriye gitmesi düşünülemez. Toplumları yücelten, büyüten, geliştiren ahlaktır. Ahlak evi muhafaza eden çatı gibi toplumu tehlikelerden korur.

Neyin ahlaki olup olmadığını ise, en evvel bize haber veren tabi ki Kur’an ve onun en yetkili müfessiri Hz. Peygamber’dir. Bu yüzden evlatlarımıza küçüklükten itibaren Kur’an ve sünnet ışığında tebellür etmiş ahlak düşüncesi aşılanmalı ki yaşları büyüdüğü zaman etrafından gelen tazyikler karşısında neyin ahlaki olup olmadığı hususunda zorluk çekmesinler.

Dr. Osman Bodur

 

Aklın Gri Yamaçlarından Naklin Beyaz Sayfalarına | Prof. Dr. Mehmet Ateş

Arapça kelimeler çoğu itibari ile kavramlarla ilintilidir. Akıl kelimesi de Arapça olup “tutmak, alıkoymak, bağlamak”  anlamındadır. Araplar değer verdikleri şeyleri akıl kelimesi ile ifade etmişlerdir.

Kalp Kafa izdivacı, Akıl ile Nakil’in birleştirilmesi olarak anlaşılabilir. Akıl külli akıl olan vahye yani nakil’e tabi olmalıdır, yalnızca akılla yola çıkanlar maalesef Mutezile saflarında yer almışlardır. Hikmet doğruyu fark edebilme kabiliyeti olup bir mana da akıl ile naklin buluşmasıdır. Kuranda anlatıldığı şekli ile marifet denizi ile ilim denizinin buluşmasıdır.

Maturidi Hazretleri Kitab-ı Tevhidinin başında İlme ulaştıran yolları şu şekilde anlatır;

  1. Tecrübe,
  2. Beş duyu ile elde edilen haberler,
  3. Nazar.

Üstad Bediüzzaman ise “Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl esas alınır ve nakil tevil olunur, fakat o akıl, akıl olsa gerektir” der. İfadenin sonuna dikkat edilirse “Akıl akıl olsa gerektir” şerhi vardır. İşte aklın akıl olma keyfiyeti de doğru nakille kirlerinin temizlenmesine vabestedir. Bediüzzaman nakli ilimlerin önemini anlattığı bir yerde şu ifadeleri kullanır;

Alemi manada gördüm ki şehre gitmeye yol aradım, dikenlerin çalıların arasından giderken zorlandım, bir kısım tüneller gördüm, bu tünellerde sıkıntı yaşamış olan büyük insanların kabirlerini gördüm, yollar açmışlar ama şehre ulaşamamışlar, yukardan gelen vahiy balonlarına tutundum, beni o şehre indirdi.”  Aklın kolay yol alabilmesi ancak vahiy gibi semavi destekle olabilir.

Yıllardır pozitif bilimlerle uğraşan bir tıp profesörüyüm, tıp fakültesine girişten itibaren sayarsak tıpla iştigalim yaklaşık 40 yıla yaklaştı. Pozitif bilimlerle uğraşma insanı pozitivist yapar mı sorusunun cevabı oldukça zor, bana sorulsaydı bu soruya şöyle cevap verirdim; İlim adamına göre değişir, pozitif ilimler insanı pozitivist yapabilir ama bu pozitivizmin karanlık ve gri alanları ancak dini ilimlerin güneşi ile aşılabilir.

Tek başına akıl gerçeği görmek için yetmez, aklın gri yamaçları da ancak doğru nakli bilgi ile beyazlaşır. Nakille desteklenmeyen akıl önce gri yamaçlarda dolaşır, bu konuda ifrat edilirse akıl  kararmaya mahkumdur.

Akıl ve Nakil ilintisini insan vücudundan bir örnek vererek açıklamaya çalışalım;

Atmosferde %21 Oksijen, %79 Azot, az miktarda da zehirli gazlar bulunur, atmosferdeki oksijen akıl, azot ise nakle benzer, az miktarda zehirli gazlar da nefsin temsilcileri olup adeta vahidi kıyasi olarak yaratılmıştır, tevafuktur ki, aklın ilk harfi “ayn” harfidir, oksijenin de ilk harfi “ayn”’a benzer, nakil’in ilk harfi de “nun” olup azotunda kimyadaki simgesi de “N” harfidir.

Oksijenin kana geçip karbondioksitin de kandan çıkabilmesi için akciğerdeki alveollerin devamlı gergin durması lazımdır. Bu gerginliği adeta çadır direkleri gibi sağlayan azottur, akciğer hastalıkları bu iki faktörün dengesizliğinden meydana gelir, denge bozulursa oksijen gerektiği kadar kana karışamaz, ya yollar ziftle tıkalıdır (sigara vb.), ya azot gerginliği sağlayamaz ya da bir tümör yolu tıkamış olabilir ki oksijen yoluna gidemez.

Bu kısa tıbbi bilgiden sonra gelelim akıl kavramına, akıl oksijen gibidir demiştik, kana karışıp faydalı olabilmesi için nakil olan azota ihtiyacı vardır, akıl yeterli nakli bilgi ile ancak vazife görebilir, az oksijen olursa yani akıl kullanılmazsa nakil de eksik kalır, dozunda kullanılırsa en etkili şekilde oksijen kana karışır.

Akıl Nakil kavramlarının kısa izahından sonra kısaca hakiki ilimden de bahsetmek gerekirse;

Hakiki ilim insanı aydınlığa koşturmalı, hakikat solutmalı ve sıratı müstakime sevk etmelidir. Demek ki bu üç hususiyeti taşımayan ilimler hakiki ilim kategorisinde değildir. İlimler, dünya ve ahiret saadetimizi garanti ettikleri ölçüde insanlık için faydalıdırlar, aksine insanoğluna fayda vermeyen ilim ve teknoloji, yolumuzu kesmiş canavar olabilir ki tarih bunların örnekleri ile doludur. Hitler’in öyle bilim adamları vardı ki insanları nasıl kolay öldürebiliriz üzerine çalışıyor ve fikir alışverişinde bulunuyorlardı.

İlimler akli ve nakli ilimler olarak ikiye ayrılır, akli ilimler sebep sonuç ilişkileri ile edindiğimiz ve bu yolla sanattan sanatkâra gittiğimiz ilimler, nakli ilimler ise Kuran ve Sünnet olup, ön kabullerle edindiğimiz, daha ziyade “taabbudi” olan kavramlardır, bu ilimlerle de sanatkârdan sanatlara ulaşılır. Birincisi tümevarım diğeri ise tümdengelim yoludur. İlimlerin elde edilmesinde akıl ve naklin kullanımındaki denge hikmet noktasıdır. Aklın ifratı Mutezile yani her şeyi akıl ile halletme hastalığı, naklin ifratı ise İsrailiyat’ın dinin aslı zannedilmesidir.

Üstad Hazretleri de eserlerinde akıl ile vahyin mukayesesini yapar, aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kesin deliller ile anlatır. Aklı yıldız böceğine, vahyi ise güneşe benzetir. “Akıl her şeyiyle kendine güvenip vahiyden uzaklaştığında, yıldız böceği gibi karanlıklar içine girip, kendi azalarını bile göremez hale gelir.” der.

Afakî ilimler edinilirken kâinata bakış açımız çok önemlidir. Kuranın beyanları bir göz, kâinattaki ayatı tekviniyye de diğer gözdür, şayet bu şekilde iki göz ile bakabilirseniz eşyanın ve ilimlerin hakikatlerine vakıf olabiliriz.

Tıbbi bir tevafuktur ki tek göz ancak iki boyutlu görür, üçüncü boyutu yani derinliği göremez, derinliği görmek için kâinata çift gözle bakılması gerekir, işte bu çift gözün birisi Kuran gözü iken diğeri ise adetullahtan sudur etmiş olan ilimlerdir. Kuran gözü ile bakılmazsa ilimlerin derinine nüfuz edilemeyecek ve sathi anlamalar olacaktır, Kuran gözü ile bakıldığında adeta tüm ilimler olması gereken yerde aydınlanacak ve üç boyutlu görülebilir hala gelecektir hatta mana erleri için bu boyutların sayısı daha da artabilecektir.

“Sıratı müstakim” de kalmanın en önemli amili hakiki ilimleri elde etmektir. Hakiki ilme sahip olma insanı ifrat ve tefritlerden uzaklaştırıp, sırat-ı müstakime sevk eder, tersi ise insanın ifrat ve tefritlerde dolaşmasının sebebidir. Ötelerde de sıratı kolay geçecek olanlar sırat-ı müstakim üzere olanlardır. Dünyada tam on ikiden vuranlar ötelerde de sıratı tam ortalayanlar olacaktır.

Sophia Academy çok önemli bir hizmet yapmaya çalışıyor, din ilimleri ile olan eksiklerimizi giderip, Kuran gözlüğünü takmamıza vesile oluyor. Ben de iki senedir buradayım, bu sene de üç yıllık eğitimimizi yaklaşık yüz kadar sınıf arkadaşımla tezlerimizi de yazarak, tamamlamaya çalışacağız. Emeği geçen tüm hocalarımıza şükranlarımızı arz ediyoruz.

Sophia Academy Genel Koordinatörümüz Prof. Dr. Muhittin Akgül Hocamız ilahiyat akademimizin sitesinde yayınlanan makalesinde Bediüzzaman’ın asırları aşan din ve fen ilimleri mukayesesini almıştı, makalemin sonunda hitam-ı misk olsun diye ben de tekrar edeyim dedim, Yüz kere, bin kere tekrar etsek değer;

“Vicdanın ziyası, dini ilimlerdir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. Din-ilim birbirinden koparıldıkları zaman, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe ortaya çıkar.”

 

Prof. Dr. Mehmet Ateş

Sophia Academy Online İlahiyat  Son Sınıf Öğrencisi, Şifa Üniversitesi Eski Rektörü

Sophia Academy Hakkında | Vakıf Başkanı, Bahattin Ayyıldız

Sophia Academy Vakıf Başkanı,
Bahattin Ayyıldız

Huis Der Wijsheid voor Islamstudies en Educatie (İslam Araştırmaları ve Eğitimi Hikmet Evi) olan Sophia Academy, 2018 yılında Rotterdam’da bir grup farklı İslami disiplinlerde uzman meslektaşımızla beraber kurduğumuz bir vakıftır. Vakfımızı kurarken iki ana hedefimiz vardı:
Özelde Hollanda’da ve genelde de tüm Batı’da yaşayan Müslümanlara temel kaynaklara dayanarak İslami ilimleri analitik ve akademik bir düzeyde sunmak. Ve böylece Müslümanların kendi geleneklerini öğrenip özümsemeleri ve sonra da söz konusu değerleri hayatlarına aksettirmeleridir. Böylece yaşadıkları ülkelerdeki dini çoğulculuğa aktif ve bilinçli bir şekilde katkı sağlamalarıdır.

İkinci hedefimiz ise, Hollanda’da ve batıda yaşayan insanların İslam’a dair sorularına cevaplar vermektir. Bu anlamda islam’la ilgili merak ettiği her konu ve soruyu isteyen herkes vakfımıza gönül rahatlığıyla gelip uzmanlarımızla birlikte özgün ve özgür bir ortamda tarışabilecek, tatmin edici yanıtlar bulabilecektir. En önemlisi de bu iletişimi ifrat ve tefritten uzak bir şekilde, herkesin rengine, ırkına, cinsiyetine, inancına, hayat tarzına saygı çerçevesinde, kültürel zenginliklerimizi koruyarak ve tüm muhatapları kendi konumunda kabul ederek sevgi merkezli ve birlikte yaşama hususundan kararlı bir atmosferde gerçekleştirmektir. İşte Sophia Academy vakfımızın en temel felsefini bu duygu ve düşünce oluşturmaktadır.

Yukarıda zikredilen hedefler bağlamında Vakfımız faaliyetlerine başlamıştır. Öncelikle 3 yıllık dini ilimler eğitimi program (ilahiyat) hazırlanmış ve yaklaşık iki senedir de düzenli bir şekilde öğretime devam etmekteyiz. Gayr-i Müslim birey ve gruplar için İslam’ı farklı yönleriyle anlatan çeşitli programlara da Vakfımız evsahipliği yapmaktadır. Özellikle her ay düzenli seminerler yapmaktayız. Seminere katılacak bütün davetlilere önceden seçtiğimiz konu ve uzmanımız hakkında bilgiler vererek hazırlıklı gelmelerini sağlıyoruz. Bu önbilgilerle çok verimli ve seviyeli tartışma platformları oluşturduk. Vakfımızda yapılan seminerler sonrası katılımcılara ikramlarda bulunulmakta ve tabii, teklifsiz ortam ve imkan sağlanarak çok verimli fikir alışverişlerinde bulunulmaktadır. Vakfımız, entelektüel hayatımıza ciddi katkıları olan bu seminerleri sürdürmekte kararlıdır.

Ayrıca İslami alanda her ay yine konuk uzmanlar tarafından ilmi konferans serileri düzenlemekteyiz. Covid-19, pek çok ülkede olduğu gibi bizim de yüzyüze aktivitelerimizi geçici bir süre yavaşlatmıştır. Buna rağmen Vakıf olarak hem seminer hem de geliştirdiğimiz İlahiyat programını hızlı bir şekilde online platformlara taşıyarak devam ettik. Şükürler olsun ilk sene dünyanın yaklaşık 30 küsur ülkesinden 100 kadar, ikinci sene ise bir o kadar öğrencimiz daha oldu. Üçüncü senemize doğru gittiğimiz şu günlerde katlanarak artan öğrenci sayımız ve her geçen gün biraz daha zenginleşen eğitim kadromuzla İslam’a ve insanlığa hizmet etmek için uğraşı vermekteyiz. Bunun dışında vakıf olarak bazı sertifika proğramları da tertip ettik, ediyoruz. Geçen dönemlerde akaid, hadis okumaları, uygulamalı Kuran dersi, Alevilik Araştırmalarına giriş gibi sertifika proğramlarımız oldu. Yine vakıf olarak islami kavramların daha doğru anlaşılması adına bir dizi çalışmalarımız da mevcut. Bunun dışında ilahiyat eğitimimizin bir semeresi olarak öncelikli olarak derslere giren hocalarımızın eserlerini basmayı hedefleyen akademik bir yayınevi projemizde çok yakında yayın hayatına başlayacak. Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tan (cc.)’dır.

Bir zamanlar Abbasiler döneminde kurulmuş olan Beytulhikme Akademisinin ifa ettiği misyonu bugün Batı’da Sophia Academy vakfının Allah’ın izniyle yapacağına inancım tamdır. Beytulhikme Akademileri özellikle Yunan felsefesini, Hint ve Sasani birikimini Arapçaya çevirerek batı ile doğuyu buluşturmuştur. Bu hummalı ilmi faaliyetler sonucu İslam dünyasında bilimsel anlamda gözkamaştıran gelişmeler olduğu herkesin malumudur. İşte bir grup meslektaşımızla Allah’ın rızasını esas alarak iyi niyetle kurmuş olduğumuz Sophia Academy vakfımız, hem batı toplumuna hem de Müslümanlar tarafından İslam’ın daha iyi anlaşılmasına katkılar sunacaktır. Kuru ve kısır tartışmalardan ziyade doğrudan özle ve esasla ilgili konulara yoğunlaşan vakfımızın toplumsal barış, sosyal harmoni ve birlikte yaşama adına müslümanca yaklaşımları ve aktiviteleri devam edecektir.
Her geçen gün hem eğitim kadromuz, hem öğrencilerimiz, hem gönüllü hizmet eden arkadaşlarımızla büyümeye devam eden vakfımıza katkı sağlayan ve emek veren herkese samimi teşekkürlerimi sunuyorum.

 

İlim/bilim ve Sophia Academy | Prof.Dr. Muhittin Akgül

“Bir şeyin hakikat ve mahiyetini kavrayıp, tam olarak idrak etmek” şeklinde tarif edilen ilim/bilim, aslında insanlığın başlangıcıyla üstünlüğü ortaya çıkan önemli bir değerdir. Nitekim insanın ilk yaratılış aşamasında, Adem’in meleklere üstünlüğünü Yüce Allah, kendilerine ilham ettiği ilimle ortaya koymuştur. Meleklerin kendilerine gösterilen eşyayı/isimlerini yahut ne işe yaradıklarını bilmemesi karşısında, Hz. Âdem (a.s.) bu varlıkları tek tek onlara haber vermiş ve melekler de bu üstünlük karşısında, Allah Teala’ya insanın yaratılış hikmetiyle ilgili önceki kaygılarının, ne kadar da uygunsuz olduğunu anlamış oldular.

Kur’ân’da ilim ve türevlerinin  yaklaşık olarak 750 yerde geçmesi ve Kur’ân’ın ilk emrinin, ilmin birincil aracı olan okuma eylemi ile başlamış olması da, ilme yapılan vurgunun en açık ve yalın göstergelerinden biridir.

Aynı zamanda Yüce Beyan’daki: “…De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) ifadesi de, kategorik anlamda varoluşsal değerin en önemli kriterlerinden birinin ilim olduğunu belirtmektedir.

Kur’ân âyetlerinin yanı sıra, Allah Resûlü de, ilmin değerine, ilme verilmesi gereken öneme ve ilim insanlarının üstünlüğüne o kadar sık  ve kuvvetli vurgu yapmıştır ki, 14 asırlık İslam Tarihi ve Müslümanların entelektüel geleneği, bu vurgunun yansımalarıyla doludur.

Yüce Nebi  ilim insanlarını, peygamberlerin varisleri olarak nitelendirmiş, eğitim ve öğretimin, nâfile ibadetlerden daha faziletli olduğunu belirtmiş, meleklerin kanatlarını ilim öğrenenlerin ayaklarının altına serdiği müjdesini vermiş ve ilim yolunda olanlara, Cenab-ı Hakk’ın Cennet’e giden yolları kolaylaştıracağını haber vermiştir.

İlim ve doğru bir din anlayışı, kainatın hazinelerini açmak için kullandığımız iki vaz geçilmez anahtar konumundadır. Din ve ilim, birbirinden kopmaz bir bütünün iki parçası ya da bir madalyonun iki yüzü gibidir. Albert Einstein’in de oldukça yerinde ve isabetli ifadesiyle “dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır.”

Yine Bediüzzaman hz.lerinin enfes açıklamasıyla belirtecek olursak “vicdanın ziyası, dini ilimlerdir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. Din-ilim birbirinden koparıldıkları zaman, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe ortaya çıkar.”

Üzerinde durduğumuz konu, genel anlamdaki ilim/bilgi (pozitif ilimler)’den ziyade dini bilgi olacaktır. Küreselleşen dünyamızda iletişim ve dijitalleşmeyle birlikte çok ciddi bir bilgi akışıyla karşılaşmaktayız. Bazen bu akışta, bilgi kirlenmesi de yaşanmaktadır. Özellikle de sağlam ve yeterli dini bilgi olmadığından ve din hakkında konuşanların, otantik bir dini bilginin alt yapısından mahrum olmalarından dolayıdır ki, insanlığın huzur ve mutluluğu için gönderilen din, adeta insanlığın başına bir bela gibi sunulmaktadır. Adı İslam olan ve barış, esenlik, huzur gibi anlamlara gelen  din, gerçek ve sağlam dini bilgi temelinden uzak kişi veya mihraklarca, yanlış veya eksik yorumlanmış, toplumları barıştan çok savaş ve kargaşaya, huzurdan çok kaos ve iç çekişmelere sürüklemiştir.

İslam Dininin temel kaynakları olan Kur’ân ve Sahih Sünnetin nasları, bağlamından kopartılarak ele alınmış ve bütüncül bir bakış açısından uzak bir tarzda yorumlanarak adeta tahrif edilmiştir. Bazen kasıtlı bazen de bilgisizlikten kaynaklanan bu dezenformasyonun acı sonucu olarak da farklı coğrafya ve kıtalarda İslam’ı temsil ettiğini iddia eden, ama temelde Kur’ân ve Sahih Sünnet’in kuşatıcı ve kucaklayıcı bakış açısından uzak grup ve yapılar ortaya çıkmıştır.

İşte böylesine bir süreçte Sophia Academy’nin, dünyanın her yerindeki ilim yolcularına bir kapı aralamış olduğuna ve İslam’ın temel kaynaklarına ulaşmada ve onların sahih yorumunda, önemli bir köprü görevi gördüğüne inancımız tamdır.

Sophia Academy, alanında uzman, tecrübeli ve donanımlı zengin akademisyen kadrosuyla yola çıkmıştır. Farklı İslami disiplinler üzerine yıllardır çalışan çok kıymetli hocalarımızı, teknolojinin de sunduğu imkanlarla sizlerle buluşturmayı  ve kendilerinden istifadenin bütün yollarını açıyoruz.

Başta Tefsir, Fıkıh, Hadis ve Kelam/Akaid olmak üzere Temel İslam Bilimleri ile, Siyer, İslam tarihi, İslam Bilimlerine Giriş, İslam Yorum Metodolojisi, Din Felsefesi, Din Eğitimi, İslam Sanat tarihi, Dinler Tarihi, Klasik ve Çağdaş Dini Akımlar, (Tarih) İslam Düşünce Tarihi gibi derslerle meraklı öğrencilerimizin daha zengin ve geniş bir yelpazede bilgilenmesini temenni ediyoruz.

Sophia Academy’nin sunduğu zorunlu derslerin yanında, ayrıca öğrencilerimizin ilgi ve merak duyduğu derslerle ilgili de hafta içinde öğretim kadromuzdan hocalarımızla ek dersler yapmak suretiyle, bilgi açısından daha da zenginleşmelerine farklı bir fırsat da sunmaktadır.

3 yıl, 6 dönem halinde devam eden Sophia Academy, bu ilim yolculuğunda elinden gelen bütün gayretleri siz öğrencilerimiz için sunmaktan geri durmayacak ve mezun olduğunuzda, sadece bilgi birikimi değil, önemli bir formasyon ve hazineyi kazanmış olmanın mutluluğunu da sizinle beraber yaşamış olacaktır. Bilgiye ve özellikle de dini bilgiye ulaşmak isteyenler için Sophia Academy, büyük bir heyecanla sizleri beklemektedir.

Sizleri, Bakara Sûresi 148. âyetin belirttiği şekliyle bu hayırlı kuruma öğrenci olmaya davet ediyorum: “…Haydin öyleyse hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olursanız olunuz, Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.”

Prof. Dr. Muhittin Akgül